21 Mayıs 2009 Perşembe

ZAMAN

İnsanın kendisine söylediği Büyük Yalanlardan biri de "geçmişi" ve "geleceği"dir.
Bu yalana kandığı için de hayatını tekdüze yaşar ve ölür.

Gerçek olan sadece şimdiki zamandır. "Şu an" eğer kalbimiz atıyorsa vardır. Atmıyorsa zaman da yoktur. Zamanın hız ile göreceli olduğunu da Einstein, İzafiyet Teorisi'nde göstermişti..

Yerçekimi ve zaman birlikte, herşeyi entropiye uğratıp dağıtan, yok eden, öldüren büyük güçlerdir. Güzellikler üretmek için zamanın getirdiği entropiye ve yerçekimini yıkımına rağmen hayata tutunmak, ve emek harcayıp üretmek gereklidir..



"Sarhoş olun! Ama neyle? Şarapla, şiirle, ya da erdemle, nasıl isterseniz. Ama sarhoş olun ve bazı bazı, bir sarayın basamakları, bir hendeğin yeşil otları üzerinde, odanızın donuk yalnızlığı içinde, sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün geçmiş bir durumda uyanırsanız, sorun, yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saate sorun, her kaçan şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye sorun, ’saat kaç’ deyin; yel, dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir karşılığını: "Sarhoş olma saatidir. zamanın inim inim inletilen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle, ya da erdemle, nasıl isterseniz." (Charles Baudelaire)

Zamana bağımlı olmak bizi köleleştiriyor. Sistem hepimizin koluna bir saat bağlamış.
Modern dünyada sabah uyanma özgürlüğümüz bile yok. Çalar saatler bizi işe çağırıyor.
Oysa gelecek için çalıştıkça, an'ı yitirip kendimizden uzaklaşıyoruz.

Özgür olabilmek sadece an'ı yaşamaya bağlı. Rezil olmak veya zor duruma düşmekten korkmadan, başkasının senin hakkında ne düşündüğünü umursamdan yaşamak.. Gerçek özgürlük işte budur. Hesapsız ve belirsizce.. Özgürce.. Plan yapmadan yaşamak insanın en dürüst ve yalın halidir. Bu saf halde yaşayan biri, bir kuş gibi özgür ve hafiftir. Zamandan özgürleşmeden bu yalandan kurtulunamaz zaten. Ölümden sonra hayat olmadığı gerçeğini kabullenmek, zamanı daha anlamlı ve özgürce geçirmek için bir dürtü olabilir. Zira ölümlü ruhlarımızı için, yerine konması mümkün olmayan şeylerden biri de zamandır.

Her şeyin kendi ve diğerleri etrafında dündüğü ve aslolanın cansız maddeler olduğu
sonsuz evrende hayatın bir gezegende oluşumu ve evrimi tek kelime ile mucizedir.



Hidrojen atomlarının helyum'a dönüşmesi sırasında çok yüksek ısı ve ışık üreten güneşler, etrafında dönen gezegenler için, -273,15°C mutlak sıcaklıktaki soğuk ve karanlık evrende, entropiye karşı fırsat yaratabilecek, yani yaşam oluşturabilecek ideal koşullar için yanan birer umut ışığıdırlar. Evrende bu koşulları sağlayabilecek çok sayıda güneş sistemi olduğu tahmin edilmektedir. İşte yaşam alanımız olan mavi gezegen de böyle bir yerdir.

İnsanlar, aklı bu mucizeyi almadığı zaman mitolojik efsane ve hurafelerin tuzağına ve kucağına düşerler. Tüm bu gezegenin bir "sınav salonu" olduğunu ve başka bir yerde "OL!" deyince her istediklerinin olacağına sandıkları bir cennet olduğuna ve öldükten sonra gözlerini orada açacaklarına inanırlar!. Çünkü bu onlara öğretilmiştir. İtaatkarlıkta ve uyanıklıkta sınır tanımayan bu çoğunluk herşeyin doğrusunu bilir.. Bütün kainat onun için yaratılmıştır. Ondan değerlisi evrende yoktur!. Bitkiler de sadece süs için yaratılmıştır zaten!..

Afrika anakarasının Anadolu'yu kuzeye ittirmesiyle yaklaşık 100 milyon yıl sonra Karadeniz yok olacaktır. Anadolu her sene 1-2 santim kuzeye ilerlemektedir. Fakat 70 yıllık ömrünü sahilde balıkçılık yaparak bu denizin kıyısında geçiren biri, kendi gördüklerine bakarak kuzeye yaklaştığını ve bir gün önündeki koca denizin yok olacağını anlayamaz. Onun ömrü bu süreçte o kadar kısadır ki, değişimi görmeye asla yetmez. Oysa jeofizik ve levha tektoniği bilimi bunu ispatlamıştır. Değişim uzun zaman alsa da cansız dünya da canlılar gibi değişim geçirmektedir.

Evrim de böyledir. Fakat pekçok insan, ömrü bunu görmeye yetmediği, aksine inandırıldığı ve işine de gelmediği için evrim gerçeğini kabullenmez. Ortalama bir insan ömrü akan zaman içinde çok çok kısadır.
10 saniye herhangi bir şeye bakın; ağaca, taşa, ota veya kediye.. Hiçbirinin bu kadar sürede en ufak bir şekilde değiştiğini göremezsiniz. Bu onların değiştiği gerçeğini değiştirmez. Değişim her zaman ve her yerde sessizce gerçekleşmektedir..

Evrim çok uzun zamanda gerçekleşir. Bu perspektiften bakamayan biri için, ispatlanmış teorilerden biri olan evrim teorisine laf atmak kolaydır. Bilim ve akıl bu cahil ve kurnaz insanlar için değildir. Dürüst ve emeğe saygısı olan, üretken ve sevgi dolu insanlar içindir. Halk kendisi için iyi ve güzel olanı seçme özgürlüğüne (kısmen ve riskli de olsa) sahiptir. Fakat kendisini kandıranların peşinden gitmeyi sever..

Bilimin yolundan gidenlerin çağlar boyunca kilise ve cami gibi mabetlerde işi, ve dincilerle arası olmaması bundandır. Galilei Galileo'yu idam etmek dünyanın yuvarlak olduğu ve güneşin etrafında döndüğü gerçeğini değiştirmemiştir. Değiştirmediği bir başka gerçek ise maalesef, kilisenin yalandan gelen ve sömürü sisteminin işine yarayan akılalmaz etkisi ve gücüdür..

Entropiye karşı zefer kazanan ve güzelliği ile başdöndüren hayat'ın, gözümüzden kaçan mucizelerini dikkat edersek her yerde görebiliriz..
Yerçekimi bu bahiste zaman ile beraber entropi (yıkım-ölüm) üreten müttefik güçler olarak anılmıştı. 1643-1703 yılları arasında yaşayan İngiliz matematikçi, fizikçi, mucit, filizof, simyacı ve büyücülerin sonuncusu Isaac Newton meşhur Yerçekimi Kanunu ve F=M*A (kuvvet=kütle*ivme) formülünü bulmuştur. Din ve kilise ile arası ise diğer aydınlar gibi iyi değildi. Papa'nın sahte cennetine inanmıyordu. Toplumda da inananların azalmakta olduğunu farketti.
Üşenmedi ve İsa'ya inananların zamana bağlı sayısal değişimini hesaplayan bir fonksiyon geliştirdi. Bu formüle göre, 3150 yılında dünya yüzeyinde İsa'ya inanan tek bir kişi kalacaktı.. Peki sizce bu yalanlardan kurtulmak için, 1000 yıl daha beklemek zorunda mıyız??

7 yorum:

  1. zaman karşı konulamayan, durdulamayan bir gerçeklik aslında.kullandığın fotoğraflar yazını güçlendirmiş tebrik ederim güzel olmuş.

    YanıtlaSil
  2. ve buna yaşamak deniyor

    YanıtlaSil
  3. Hayalen geçmiş zamana doğru uzanalım. Git gide tâ dünyanın lâv hâlinden yeni yeni uzaklaşmaya başladığı, soğumaya yüz tuttuğu devreye varalım. İçi kızgın ateş, dışı ise yavaş yavaş sakinleşmekte olan bu arz küresinin başında durup, bugün şahit olduğumuz eşyanın isimlerini birer birer sayalım. Sözlükteki bütün isimleri burada sıralayacak değiliz. Sadece konuya ışık tutmaya yetecek birkaç kelimeyi hatırlayalım:
    El, ayak, kanat, göz, ince bağırsak, pankreas, pençe, gaga, tırnak, dal, kök, yaprak, çam, söğüt, elma...

    Bu kelimelerle evrim safsatasına bir bıçak atalım, sonra bunlara yeni kelimeler ekleyelim. Bu gün dünyamızda hayat süren bitki ve hayvan türlerini sayalım birer birer. Her birinin organlarını tek tek hatırlayalım. Ve soralım kendimize: bütün bunlar sonsuz bir ilim ve hikmetten haber vermiyorlar mı? Bunların bir ateşin soğumasıyla kendi kendine, zamanla evrim geçirerek meydana geldiklerine nasıl inanılabilir?..

    Yine mâziye dönüyoruz. Dünya dayanmış döşenmiş. Boş bir saray gibi, misâfirlerini bekliyor. O an kâinatta olmayıp, bugün iç âlemlerimizi kuşatmış olan manevî hâdiseleri bir bir hayalimizden geçirelim: Sevgi, korku, merak, endişe, kin, merhamet, zulüm, kurnazlık, saflık, hırs, umursamazlık, şefkât...

    Bütün bunlar, yeryüzündeki canlılara nereden ve nasıl ithal edildiler? Sonsuz denecek kadar çok olan bu farklı karakterler, hangi evrimle vücut buldular?

    Yaratılış ister âni olsun, ister milyarlarca sene sürsün. İnsan, ister doğrudan yaratılsın ister dolayısıyla. Şu soruların cevabı nasıl verilecek: Görmeyen kâinattan gören insanları kim çıkarttı? Bilmeyen şu âlemden, bilen meyveleri (insanları) kim süzdü? Hissetmeyen, sevmeyen, korkmayan şu saraya, bu hissiyatla donatılmış misafirleri kim getirdi? Görmemek nasıl evrim geçirdi de görmek oldu? İşitmemek işitmeye, anlamamak anlamaya nasıl inkılâp etti? Can nedir bilmeyen bu kâinat ağacı, canlı meyveleri nereden elde etti?.. Akıllara durgunluk veren bu olayları cahil unsurların uzun süre beklemesiyle izah etmek mümkün mü?

    Şimdi bir perde daha gerilere gidelim. Kâinatın şu hazır hâle getirilmek üzere ilk hareket noktasına hayalen uzanalım. O noktadan evvel hiçbir mahlûk mevcut değil. Şu sayacağım kelimeleri hayalimizden sıra sıra geçirelim: Su, taş, hava, yıldız, ay, gezegen, güneş, demir, azot, krom, nikel, dağ, ova, sema, samanyolu, cazibe, radyoaktif dalgalar, elektrik... Ve daha niceleri.

    YanıtlaSil
  4. Bu eşyanın yoktan yaratılışı, sonsuz bir ilim ve kudret sahibine verilmezse nasıl izah edilecektir? Dünkü boş arsada bugün bir köşk görüyorsak hemen soruyoruz: “Bu köşkü kim yaptırdı?’ sorusu değil aklımızdan, hayalimizden dahi geçmiyor ki; arsa evrim geçirdi de köşk oldu diyelim. O halde, yokluk üzerine halk ve inşa edilen bu kâinat için, bu safsata nasıl ileri sürülebiliyor. Yokluk, evrim geçirdi de varlık mı oldu?

    Bütün bunlar bir yana, şu sorunun cevabını arayalım: Dünya ile güneş başlangıçta aynı mahiyette iken, dünya okyanuslarla, ormanlarla, hayvanlarla, insanlarla doldu da beriki neyi bekliyor. Niçin evrim geçirmiyor? Çok iyi biliyoruz ki o da tekâmül etse ortada ne güneş kalır, ne dünya. O halde, soruyu şöyle değiştirelim: Güneşin tekâmülüne kim müsaade etmiyor?

    Bazıları, Darwin’in yaratıcıya inanan bir evrimci olduğunu iddia ederler. Ben aksini savunacak değilim. Yalnız, şu var ki, bir evrimci yaratıcıya inanıyorsa, savunduğu teori ile bu inanç birlikte düşünüldüğünde, ortaya şöyle garip bir tablo çıkar: “Bu kâinat, bir yaratıcı tarafından güneşi, ayı, yıldızlarıyla; havası, toprağı, yer altı kaynaklarıyla, tam tamına canlıların yaşayabilecekleri şekilde yaratılmış. Sonra, artık o yaratıcı işe karışmamış... Evrimle, isteyen deve olmuş, isteyen tilki, isteyen maymun olmuş, isteyen insan, isteyen elma vermiş, isteyen zeytin.

    Evrimi, Darvin’den de önce savunan Lamark şöyle diyor: “Zürafanın atası, geyiğe benzeyen ve boynu uzun olmayan bir tip idi. Ortamda yeterince ot bulamayınca ağaç yapraklarını yemeye mecbur kaldı. Alt yapraklar bittikçe daha yükseklere erişebilmek için çabaladı. Böylece boynu uzadı, nesilden nesile geçtikçe daha fazla arttı ve bugünkü zürafa ortaya çıktı.”

    Bu iddiayı ciddiye alanlara soralım: Zürafa boynunu uzattı ki, ağacın yukarı kısmındaki yapraklarını yesin, deniliyor. İyi ama, meyve ağaçları niye meyve verecek şekilde evrim geçirdiler. Meyveleri kendileri mi yiyeceklerdi, yoksa yavruları mı? İnsanın hizmetine verilen at, bu çevikliğini otları yakalamak için mi kazanmış dersiniz? Öküz, yükümüzü taşımak için mi güçlü oldu? Tavuk, elimizden kaçmamak için mi uçamayacak şekilde evrim geçirdi?

    Âlemdeki varlıklar için, “mektubat-ı rabbaniye” tâbiri kullanılmakta... Yâni, her varlık bir ilâhî terbiyeden geçmiş, çok mânâlar yüklenmiş, ayrı bir şahsiyet kazanmış ve bir rabbanî mektup olmuş. Bu mektupların mürekkebi: Atomlar. Bir materyaliste göre, mektupları mürekkepler yazmışlardır. Tabiatçıya göre mürekkebin mektup olması tabiîdir. Ve bir evrimciye göre; “Mektuplar mürekkeplerin çok uzun süre beklemesiyle yazılmışlardır!”

    Kâinat kitabının mürekkebi atomlardır, dedik. Bu atomlar ilâhî kudret ile var edilmişler ve yüz kadar elementten sonsuz denecek kadar çok yıldız, güneş, gezegen yaratılmış. Bunların tamamına birden kâinat diyoruz ve onun kendi kendine var olmayacağını, yahut bir başka kâinatın evrim geçirmesiyle meydana gelemeyeceğini çok iyi biliyoruz.

    Güneş sistemimize bakalım: O da ayrı bir sistemin evrimleşmesiyle ortaya çıkmış değil.

    Bugün her türün ayrı bir genetik yapıya sahip olduğu ispat edilmiş durumda. Canlılardaki, terbiye fiili, bu genetik yapı ve bu ilâhî program üzerine cereyan ediyor. O sonsuz ilim ve kudret sahibi, milyarlarca çekirdeği, yumurtayı, nutfeyi harika bir terbiyeden geçiriyor. Âdetâ noktalardan kitapları, damlalardan ummanları çıkarıyor...

    Evrim felsefesini dâvâ edinenler bu sonsuz rahmeti ve bu ilâhî terbiyeyi hiç nazara almazlar ve insanlara şöyle seslenirler: “Ne bu âlem düşünülmeye değer, ne de kendi varlığınız! Siz bunları bir tarafa bırakınız! Sadece ve sadece ilk insanın hangi hayvandan evrimleştiğine kafa yorunuz!..”

    YanıtlaSil
  5. "..İyi ama, meyve ağaçları niye meyve verecek şekilde evrim geçirdiler. Meyveleri kendileri mi yiyeceklerdi, yoksa yavruları mı?"

    At binelim, tavuk yiyelim diye böyle yaratılmış!!!

    Meyveleri yiyen canlılar, çekirdeklerin daha uzaklara taşınıp o canlının yaşam alanının genişlemesini sağlar. Böylece genler, milyonlarca yıl sürecek bir yolculukta hayatta kalma şansını artırmış ve farklı doğa koşullarına göre evrimleşerek varlığını korumuş olur..

    Bilim sizin ömrünüzü uzatmak için çırpınırken, yeni ilaç ve tedavileri geliştirirken, siz hala diğer canlı türlerinin insana gıda ve konfor olsun diye yaratıldığını düşünecek kadar bencil ve cahil düşünebiliyorsunuz. Ne olur biraz biyoloji vs. okuyun. İnsanın egosu sadece kendi türü için değil tüm dünya için ciddi bir tehdit olmaya başladı. Bu gerici/dinci bakış açısıyla diğer türlere saygılı davranmak çok zor.

    Bu kafayla kapitalist sisteme eleştiri getirmek mümkün değil. Hatta sistem, bu cehaletten besleniyor ve kendi kendini yiyen bir canavara dönüşüyor.

    Saygılarımla.

    YanıtlaSil
  6. sayin gunes
    Bloggunuzu okudum ve gulumsedim.Bilim omur uzatmaz herzaman,Diyarbakirda,ilimden-bilimden uzak dunyanin en yasli insani secildi ve 125 yasinda bir nenemiz.Ben zaten yurt disinda biyoloji dersi vermekteyim!ayni zamanda 3 yildir kimya uzerinde calismalar yapiyoruz.
    Size bazi cevaplar aktaracagim,umarim kendinizden supheye dusersiniz:

    YanıtlaSil
  7. Bu yorumların pek çoğu süsleme olarak ve kişinin yorumu olarak sunuluyor. Dinin istediğin gibi çevir çevir kullan halinden örnekler. Zaten böyle olmasa idi bu kadar tarikat, cemaat oluşur muydu? Dini ne denli karmaşık gösterirseniz ve ne denli yasakçı gösterirseniz, buradan pirim yapan din tacirleri elbette o kadar fazla parsa toplayacaklardır. Oysa süslemeye gereksinim yok, gerek İslamiyet ve gerekse Hıristiyanlık, musevilik ve daha önceki tüm dinlerin tek bir var oluş amacı vardır. "Bir yaradan var, (Allah var) bunu bil ve ona göre yaşa. Sen sınavdasın elbette. Bu sınav iyi ansan olabilme sınavıdır.İnsanda hem kötülük hem de iyilik tohumlarının ikisi de vardır.Hangi tohum sulanıp beslenirse elbette o verimli olacak ve gelişecektir.Dini çarpıtıp farklı sonuçlar elde etmek isteyenler ve din adına kötülük tohumlarından beslenenlerin iddia ettiği gibi, din; "Allah adına öldürmeyi" emretmez. Dünya bir sınavsa, sınavın ortasında "neden bu soruya şu cevabı yazmıyorsun" müdahalesi olamaz. Olursa Yaradan'ın işine müdahale etmiş olur. Elbette din eğitimi kin ve nefret aşılamak değil Allah'ın varlığından yalın bir şekilde bahsetmeyi içerir. Hurafeler ve kinle beslenmemeli ve insanlar din deyince tir tir titrememeli. İnsan ölümden de bu denli korkmamalı."Zamanı gelince ölüm yaşanacaktır" mantığına insan korkutularak değil, psikolojik bir anlayışla hazırlanmalı.Unutmamalı ki nasıl manevi duyguları olmayan insanlar bunalım içinde ya da doğru düşünceden uzaklaşarak ruhsal bozukluk içinde yaşıyor ve ölüyorlarsa, aynı şey din emri olmayan hurafe ve kişisel dayatmaların hakim olduğu aşırı baskıcı din empozesi olduğunda da oluyor. Dini din gibi yorumlamak ve gereklerini yerine getirmek bir erdemdir. Bu erdemi Allah insana vermiştir. Bunu adı da akıldır ve aklın işi insandaki zekayı doğru yöneltmektir. Aklı ne ile doldurursan zeka onu yansıtır. Zeka seviyesi kişiden kişiye değişir. Bu pek çok nedene bağlıdır.(Irsi, eğitimsel, çevresel, vs.. İşte bunu için şer odakları ve din sömürücüleri ya da ılımlı İslam yaratmak isteyen Amerika cemaat liderini, okullarını ve de gücünü yaratmıştır. Ona,göz kulak olur ve besler.
    Umarım dinimiz ve tüm dinler tüm bunlardan arınarak gerçek din yansımasına girer.Kısacık ömrü ya birbirimizi severek ya da dövüp öldürerek geçireceğiz. İnsanı öncelemeyen hiç bir söylem gerçek olamaz. Yaradan bunca önem verdiği insanın önemsiz olmasını ister mi?

    YanıtlaSil