8 Mayıs 2009 Cuma

AMERİKA'NIN KEŞFİ VE ANADOLU'YA ETKİLERİ

Dünyanın düz olduğu yaygın inancına karşı, yuvarlak olduğu ve döndüğü iddiasının taraftar bulması ile, ipek ve baharat diyarı Hindistan'a giden en kısa yolun Osmanlı'nın arkasından dolanmaktan geçtiği düşüncesi parlamıştı.


Pusula'nın Çin'den Avrupa'ya getirilmesi ve denizcilik teknolojisindeki diğer ilerlemeler, kral veya kraliçeden bir kese altın yolluk kopartmayı başaran meraklı İspanyol ve Portekiz'li kaşiflerin Atlantiğe yelken açmasını sağlarken; haritaların yeniden çizilmesine ve yakında "üzerinde güneşin batmadığı imparatorluklar" kurulmasına neden olacaktı. Coğrafi keşif serüvenleri başlamıştı. Bu maceradan sonra dünyada artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, bir kese altınla giden bir çuval kanlı altınla geri dönecekti. Bu sektöre yatıran çok kazanacak, fakat altın çok olunca da değeri düşecekti. Bu durum en çok gelişmekte olan (emerging empires) imparatorluklarımızdan G7 üyesi Osmanlı'yı vuracaktı. Bugün iktisadi etkileri çokça tartışılan ve yerli imalatçının başına ta o zamandan bela olan Küreselleşmenin (alemin top olması) ilk mimarları işte bu Batı Avrupalı Portekiz ve İspanyollardır. İspanya ve Portekiz futbol takımlarını Avrupa ve Dünya kupası maçlarında yenebilmek tarihle de bir hesaplaşma olacaktır.

Tayfalar, aylarca süren yolculukta hiç taze sebze, meyve yiyemediğinden ve dönemin eczacıları olan büyücülerde de vitamin ve zayıflama hapı bulunmadığından, (askorbik asit) C vitamini eksikliğine bağlı iskorbüt hastası oluyordu. Önce dişler dökülüyor sonra simaları tanınmayacak derecede bozularak ıstırap içinde hayatını kaybediyorlardı. Afrika'yı (Ümit Burnu'ndan) dolaşmak isteyen Vasko Da Gama gibi çok uzun yol kaşiflerinin gemilerindeki tayfalar için bu durum daha da umutsuzdu. Denizde ölenlere mezar da kazılamıyor, zavallı tayfalar başka seçenek olmadığı için balıklara yem oluyordu. Uçsuz bucaksız okyanusun ortasında ahşap bir gemide yaşanan ve korku filmlerini aratmayacak bu sahneler, sefere çıkarken yanlarında götürdükleri limonlardan yolda yenilmek sureti ile bertaraf edilene kadar sürdü.

Amerika'da gördükleri (kızılderili) insanlara Hintli sandıkları için İndian (Hintli) dediler. Oysa bu ormanı bol kıtada ne ipek, ne baharat, ne de Buda vardı.. Bugün de Silikon Vadisi'nde yazılımcı olarak çalışan veya mahallede market işleten Hintlilerle, dört çeker arazi ciplerine adını verdikleri semersiz at binen Cherokee yerlilerine yine indian diyorlar!. Oysa Hindistan'dan yarım dünya uzaklıktaki bu kıta Malta Eriği değil, Yeni Dünya idi. 1492'de Amerika Kıtası keşfedilmişti işte.. O sırada CIA ve Pentagon ekibi, Kaliforniya'da yetişen Washington portakalında molekül olduklarından, dünya halklarının özgürlüğü için bir tehdit değildi. Fakat Batı Avrupalı sömürgeciler için ise (gold rush) altın'a hücum ve sermaye piyasası hareketleri başlamıştı.

Yeni Dünya halkı için büyük felaket gemilerle geldi.. "İspanya sponsorluğunda gelen İtalyan asıllı bir Portekizli" olan Kristof Kolomb'un ekibi 50 ila 100 milyon kişinin ölümüyle sonuçlanacak büyük soykırımı başlatacaktı. Bugün Amerika'nın kuzeyinde yaşayan Avrupa kökenli beyazlar, her yıl onu sevgi ve coşku dolu kutlamalarla anarken, güneyinde yaşayan ve bu zatla ilgili anıları pek hoş olmayan halklar ise törenle Kolomb'un heykellerini yıkıyorlar..

Kızılderililer cömert insanlardı. Birinden sahip oldugu bir şey istenince hemen veriyordu. Kötülügü bilmiyor, çalmıyorlar, öldürmüyor, komşularını çok seviyorlardı. Silah nedir bilmediklerinden, kendilerine uzatılan kılıcın keskin tarafını tutup ellerini kesiyorlardı. Bunu gören ve henüz kurulmadığından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AHİM) korkusu olmayan K.Kolomb, günlüğüne: "Elli adamla bu halkın hepsini boyunduruk altına alabilir ve onlara her istedigimizi yaptırabiliriz.." yazacaktı.
Adına türkü yakılmasa da, koca bir ülke kurulan (Kolombiya) kaptan Kolomb, kıtaya adını veremediği halde, yaptığı bir ülke puanıyla teselli bulacaktı. Batı kadar Doğuya da gidip keşfetmeyi başaran Magellan ise, bu özelliği ile ancak bir küresel navigasyon (yön bulma) cihazı markası olabilecekti.

İşin trajikomik yanı, kılıç çekmeyip yerlileri sadece İnternet Mahir gibi öpünce de sonuç değişmiyordu. Çünkü Kolomb'un Bask'lı tayfaları, yerlilerin bağışıklık sisteminin tanımadığı ve bu nedenle koruyucu antikor bulundurmadığı pek çok hastalık taşıyordu. Bu haliyle tayfalar, çıtır çıtır bir çam ormanına düşen ateş gibiydiler..

Amerika'ya bakteri ve virüs ihraç edenler, İspanya'ya kakao ithal edecek ve Bask bölgesinde dünyanın en iyi çikolata imalathanelerinin kurulmasını sağlayacaktı. Kaliteli İsviçre çikolatalarının sırrı, Alp Dağlarında otlayan ineklerin sütü katılmış Bask'tan işlenmiş olarak alınan bu kakaodur.

Domates de eski dünyaya yeni dünyadan gelen yeni bir sebzeydi. İspanya ve İtalya gibi Avrupalı ülkeler bugün onsuz yaşayamazlar; uğruna İspanya'da festivaller düzenlenir, İtalya bayrağının kırmızısı da domatesi simgeler (beyaz ve yeşil renklerin kaynağı ise yine pizzada kullanılan mozerella ve fesleğendir). Aztek dilinde tomati, "şişkin ve yuvarlak şey" anlamına gelir. Amerika'nın keşfi ile Avrupa mutfağı oldukça zenginleşti. Domatessiz bir yemek düşünemeyen bugünün Avrupalısı eski zamanlarda futbol, internet, sinema gibi nimetlerin yanında, bir de domates yokluğu çeken atalarına ne kadar üzülse azdır. Elbette bizim padişahlardan örneğin; F. S. Mehmet'in ömründe bir domates, bir muz, bir çikolata bile yiyemeden ölmüş olması da bizim acı bir tarihi gerçeğimizdir.

Avrupa'ya tütünü getiren Fransız Nicot, "test içişi" yaparken dışarı üflediği ve burun deliklerinden çıkan dumanla, "içine şeytan girmiş bunun" tespiti yapan Kilise engizisyonu tarafından idam edilip, sigaraya bağlı erken ölümlerin ilk örneği olarak tarihe geçecek, ve "Nicot'un içindeki" anlamına gelen ve "kan basıncında kalıcı artış yaparak damar yapısını bozan" tütündeki alışkanlık yapıcı alkaloitte (nikotin) soyadını ölümsüzleştirecekti.

Batı Avrupa'da denize kıyısı olup da batıya yelken açan devletlerden; güneydekiler Amerika kıtasının da güneyine ulaşıp oralarda İspanyolca ve (Brezilya'da) Portekizce konuşulmasını sağlarken, İngilizler de daha sonra kuzeyden gidip, kıtanın da kuzeyine varacak ve orada İngilizce'yi hakim kılacaktı. Fakat bugün anadili İspanyolca olan ve yabancı dil bilmeyen Hispanikler(Spanish), Amerika B.D. nüfusunda da ciddi bir orana ulaşmıştır. Bu nedenle New York'ta bir caddede gezerken, bir dükkanın camında -yabancı dil aranır gibi- "İngilizce bilen eleman aranıyor." ilanını görürseniz sakın şaşırmayın.

Artık ellerinde yerli halkı teknolojik olarak ileri oldukları için kolayca kandırıp (bkz. Kargo Kültler) rantını yiyecekleri, bu taktik işe yaramazsa da (bugünkü Irak örneğindeki gibi) muhalif insanları hunharca katledip, zenginlikleri ne pahasına olursa olsun sömürecekleri kocaman bir kıta vardı.. Nitekim çok geçmeden Yeni Dünya'dan gemilerle gelen tonla altın Avrupa'da bir zenginlik ve refah dönemi başlattı. Avrupa, batılılaşma kavramını lügatlara sokmak üzereydi..

O gün her şey çok güzel başlamıştı.. İspanyollar karaya ayak bastığında, Azteklerin (son) kralı Montezuma, gemiyle denizden gelen bu insanları ve özellikle daha gösterişli giyinmiş komutan Cortes'i dinsel inançlarındaki "denizden geldiği" ve onlara bildikleri her şeyi öğreteceği söylenen tanrı Quetzalcoatl sanmış ve mitolojilerinde kutsal saydıkları bu insanları çiçek ve hediyelerle karşılamıştı. Yaz günü buz gibi soğuk sulardan gelen tanrıların başı, gözünü altın hırsı bürümüş komutan Cortes, hediyeleri kabul ederken daha yok mu bunlardan? Hepsini isterim, çok uzak yoldan geldim diye öfkeyle köpürmüş; Meksika'yı işgal etmek için ilk iş olarak Montezuma'yı önce esir almış, sonra da kukla lider ve eşbaşkan olarak tahta oturtmuştur. Bir liderin koltuk aşkı uğruna sömürgecilerle işbirliği yapmasının tüm halkın ve ülkenin yokolmasına neden olduğu tek örnek bu değildir.
Zaten sonunda Aztekler de aşka gelmiş ve Montezuma'yı taşlayarak öldürmüştür.

Diğer yandan görevini başarıyla yapan Cortes, yerli halkı katletmesiyle tarihe geçmiştir. Burada inançların sonuca etkisi çok dikkat çekicidir. Yerlilerin dinsel inançları Cortes gibi istilacıların Yeni Dünya'yı rahatça kolonileştirmesini sağlamıştır. Böylece O, altın ve değerli mücevherler için dünyadaki en büyük soykırımlardan birini yapabilmiştır. İstilacıların çelik kılıçları, yerlilerin ise tahtadan kılıçları vardı. Cortes, Azteklerin başkenti Tenochtitlan'ı yerle bir etti. O günün şartları içinde 700.000 nüfusu ile İstanbul ve Paris'ten sonra en büyük üçüncü şehir olduğu düşünülürse, katliamın boyutları daha net anlaşılacaktır. Latin Amerika yerlileri emperyalizm ve sömürüyle bu ilk ve çok kanlı tanışıklıklarını hiç bir zaman unutmayacak ve genlerinde taşıdıkları bu isyan ateşi, 21.Yüzyılda Bolivarcı, Aydınlık Yol'cu, Tupamaro'cu, Castro'cu ve Chavez'ci devrimci örgütler olarak hayat bulacaktır.

Cortes ve benzerlerinin Avrupa'ya dönen gemisi sadece kakao, domates, tütün ve muz değil, elbete altın da taşıyordu. İşte o taze altın ve Osmanlı'nın azalan jeopolitik önemiyle gelirlerinin azalması,
İstanbul'daki sarayda sultan, vezir ve şeyhülislam üçlüsüne büyük sıkıntı yaratıp, başağrısı için aspirin ve okeye dördüncü aratacaktı.

Merkezi "Tarihi Yarımada"daki saray olan Osmanlı için acı günler kapıdaydı. Enflasyon, kıtlık ve geçim sıkıntısı Anadolu'da sosyal patlama yapacak buna mukabil padişah, (Uzun Mehmet daha karaelmas'ı bulamamış olduğundan) halkın desteğini almak için kömür bile dağıtamayacaktı.. 1584-87 arasında İtalyan Florisi 60 Akçeden 120 Akçeye fırladı. Osmanlı'nın, parasının değer kaybetmesini önlemek için Amerika'yı yeniden keşfetmekten başka bir yolu yoktu. Eğer bu yapılmış olsaydı, Yeni Dünya'da bugün (Portekizce ve İspanyolca gibi) Türkçe konuşulan ve Chavez gibi bir lider çıkarabilen bağımsız bir ülke bile olabilirdi.. Ne güzel olurdu Türkçe konuşan, samba yapan çikolata renkli dostlarımızın yanına tatile gitmek..

Oysa olmadı.. Amerika'ya Osmanlı hiç sefer yapamadı. Stajını Cezayir'de korsan olarak tamamladıktan sonra CV'si saray tarafından beğenilen ve Kaptan-ı Derya olarak donanmada işbaşı yapan Barbaros Hayrettin Paşa, Preveze Deniz Savaşı'nı 27 eylül 1538'de mütevazi kadırgalarla kazanmış olsa da, Avrupa Birliği'nin batasıca (Haçlı zihniyetli) gemileri, Cervantes'in (ilk roman olan Don Kişot'u yazan zat) de savaştığı ve kolunu kaybedip gazi olduğu 7 Ekim 1571 tarihli İnebahtı Deniz Savaşı ile Osmanlı Donanmasını yakmıştı.

Kadırgaların kaskosu olmadığı halde Venedik bi kıyak yapmış, ve onların verdiği altınlarla Seda Sayan'ın doğduğu semtte yeni kadırgaların yapılması için, ileride 2B kapsamına girecek ormanlardan çok ağaç kesilmişti. Tersane-i Amire'de üretilen gemilerin antik kalıntıları beş asır sonra tüpgeçit kazılarında ortaya çıkacaktı.

Taze donanma iki denizin sularının birbirine karıştığı ispatlanmış Cebelitarık Boğazı üzerinden Amerika'ya ulaşmak yerine, Afrika kıyılarını ve özellikle Fas ve Tunus'u yağmalamayı tercih etmişti. Bu seferlerde altın bulamayan (marines) Osmanlı deniz piyadeleri, o kızgınlıkla Halkü'l-Vâd Kalesi'ni komple yıkmıştı. Lağımcıların yerleştirdiği patlayıcılar, kontrollü olarak patlatılmış ve o koca kale ikiz kuleler gibi 10 saniyede yere inip enkaza dönmüştü.

Sırp asıllı Sokullu Mehmet Paşa'nın Sadrazam ve Kaptan-ı Derya olduğu ve devlet idaresini elinde tuttuğu dönemlerde Osmanlı donanması Akdeniz'de ciddi bir başka harekat yapmayacaktı. Donanma kah sefere geç çıkacak veya çıkmayacak, kah şöyle bir deniz havası alıp eve erken dönecekti. Bu durum huzursuzluklara neden oldu. Avrupalılardan saldırmazlık ve (Türklere karşı) yabancılara ticari imtiyazlar karşılığı büyük rüşvetler aldığı iddalarının gölgesinde, Sokullu'nun muazzam serveti dudak uçuklatıyordu. Özel mülkiyet ve miras hakkı (vakıflar hariç) söz konusu olmadığından, rüşvetle yapılan bu büyük servetten yağmalayarak payını almak için devletin bizzat kendisi bile memurunun ölmesini dört gözle bekliyordu. Kendi kendini yiyen bir mekanizma işlemeye başlamıştı: Rüşvet, Osmanlı'nın sonunu getirecekti.

Amerikan altınından pay alma umudunu yitiren Osmanlı, yönünü Kabe'nin doğusuna çevirmiş kadırgalar güneşin doğduğu taraftaki Hindistan'a yüzdürülmüştü. Uzakdoğu bölgesinde de Portekiz sömürgeciliği hakimdi. Ekonomik sistem olarak Avrupa kadar evrimleşememiş ve (Asya Tipi Üretim Tarzı) ATÜT'e benzer bir formda kalmış Osmanlı kültürü, sömürgeciliğe elverişli değildi ve Portekiz'e bu coğrafyada rakip olamazdı. Bu macera da böylece sona erdi. Buğday, baharat ve kumaş ticaretinde, kontrol edebildiği topraklarda söz sahibi olsa da, Osmanlı'nın altın peşindeki umutsuz maceraları uzak denizlerde hep hüsranla bitecekti.


Amerika'nın keşfinden önce, hammadde kıtlığı çeken Avrupa'dan zengin doğu topraklarına altının önlenemez göçü kıtadaki en ciddi sorun ve gelişimin önünde büyük bir engeldi. Coğrafi keşifler çağına kadar Bizans ve sonrasında Osmanlı, Avrupa ile iyi kötü ordularıyla baş edebiliyordu. Oysa Amerika'nın keşfinden sonra gelen değerli madenlerin Avrupa sarayları etrafında yarattığı zenginlik halkasının içinde toplanan, tarlada veya madende çalışmak zorunda olmadığı için boş zamanı bol olan, doğaya meraklı bilimci ve sanatçılar bilimsel ilerlemede patlama yaptı. Bu durum, yeni teknolojilerle üretilmiş yeni sanayi mallarının ticareti ile Avrupa'ya kaçan altınını fazlasıyla geri almak için büyük bir fırsat yaratacaktı. 500 yıl sonra da değişen birşey olmayacak, (doğu ülkeleri kendisi daha iyisini yapmayı beceremediği noktada) batının mallarını kalitesi için yüksek bedellerine rağmen tercih edecekti. Sanatçılar ise kültürel emperyalizm ile Avrupa mal ve kültürüne olan talebi hep canlı tutacak; pazarlama ve raklam faaliyetlerindeki üstün başarıları ile, savaşla bile elde edilemeyecek ülke pazarlarında kendi mallarının yolunu açacaklardı.

Gemiler dolusu altın ve değerli maden batı Avrupa limanlarına boşalmakta, Osmanlı akçesi ise darphanede içine daha değersiz metaller karıştırılarak devalüe(değer düşürme) edilmekteydi. Reel (harbi) geliri ve satınalma gücü düşen işçi sınıfı ise Taksim'in İstanbul'a su dağıtmaktan başka bir amaç için de kullanılabileceğini tartışmaktaydı..

Nereden çıkmıştı o kadar altın? Üretiminde siyanür kullanılmış mıydı? Sarayın çevrecileri ve faizsiz huzurlu kazanç peşinde koşan ekonomistleri de Haliç'ten Sadabad'a kürek çekerken bunu tartışmakta ve bu bağlamda kamuoyunda Haliç'in dibinde gömülü olduğu sıkça konuşulan tonlarca altını çıkartmayı teklif eden Japonlara en çok yüzde kaç pay verilmesinin caiz olduğunu hesap etmekteydiler.

Bu arada anatanrıçalar diyarı Anadolu'da (1591-1611 arasına) neler yaşanmaktaydı?
Ekonomik kriz en çok Anadolu'yu vurmuştu. Üretimin lokomotif şehirleri Bursa ve Konya'da tarlalarda sulama ve ot yolmaya ara verilmiş, bazı çiftlikler tarladan öküz çıkartmak zorunda kalmıştı. Tekstil de sıkıntı yaşıyor; ipeğe olan talepteki düşüşle ipekböcekleri kelebek olup parlayan ışıklara doğru uçuyordu.. Kriz "bişey" geçecek ama ne? diyen padişah, matematikçilerin teğet fonksiyonu ve türevi henüz bulamamış olmasından yana dertliydi.

1500’lerin sonunda Anadolu’da yağmalanmayan yerleşim birimi ve köy kalmamıştı.
1600’lerin başındaki "Büyük Kaçgun" döneminde reaya köyleri bırakıp dağlara, veya kalabalıklara karışabileceği büyük şehirlere kaçtı. Sırf bu döneme özel bi durum olmasa bile temel olarak kaleler, şehri resmi ve gayrı resmi yağmacı ordulardan korumak için yapılmıştır. Anadolu’da bu şekilde (Ankara ve Amasya kaleleri gibi) çok kale vardır.

Sultanahmet Meydanı'ndan Sarayburnu'na uzanan bloklardan oluştuğu ve Topkapı'ya ulaşmanın en hızlı yolunun tramvay olduğu halde adına halen Topkapı Sarayı denilen ve manzarası bugün otogarıyla meşhur Harem'e bakan taraftaki bina olan, Harem dairesinden Sarayı ve iktidarı elinde tutan padişahlar için, açlık ve yüksek vergilerle (ki bağ bahçe arasında biten ottan bile vergi alınırdı) boğuşan halk isyanlarını katliamla bastırmak (örnek Yavuz S.S.) bir gelenekti. Zaten sarayın derdi çoktu. Sefere çıkacak orduları organize etmek, Vilayetlerde tımar, has ve zeametlerin yandaş kapıkullarına ihale edilmesi, İstanbul'un iaşesi ve Kıbrıs davası ciddi sorunlardı. 1581 martında Mısır'dan kalkan buğday yüklü sekiz gemi, yarım milyonluk İstanbul'un, bir günlük yiyecek ihtiyacını ancak karşılayabiliyordu..

Avrupa'nın denizden batıya göçü; Anadolu'da karadan yapılıyor, İstanbul'a göçü atan kurtuluyordu. Anadolu'da ise her zamanki gibi bereketli topraklar kanla sulanıyordu.

Açlık, yüksek vergiler ve yeniçerilerin haraç zulümlerine karşı ayaklanan aileler arasında devletin iyi gözle bakmadığı Türkler ve Canbolatoğulları gibi Kürtler vardı. Bu Kaçış ile ovalardan tarıma elverişsiz dağlık ve ormanlık yerlere kaçanlar, merkezden olabildiğince uzakta kurdukları bu yeni yerleşim yerlerinde (örneğin Koylav -İkizdere) Ekşioğulları gibi soylu aileler kuracaklardı.

Büyük Kaçgun'a neden olan yağmacıların omurgasını Karayazıcı , Kalenderoğlu gibi Celaliler oluştursa bile, suhteler, leventler, sipahiler hatta devletin isyanı bastırsın diye gönderdiği yeniçeri ordusu bile, hemen hepsi geçtikleri köyleri yıkıp, yakıp yağmalamışlar, köylünün elinde ne varsa gaspetmişlerdi. Bir örnekte, Ankara şehri üzerine yürüyen Deli Hasan’a 9.600.000 akçelik bir fidye ödeyerek felaketten sıyrılmayı becerebilmiştir. İstanbul hükümeti Celali elebaşlarına rüşvet olarak beylerbeyliği ve sancakbeyliği payeleri dağıtarak soruna çözüm aramaktadır. Bu dönemde devlet idaresi ortalama bir hesapla Anadolu nüfusunun üçte ikisinin kaçtığını ya da ortadan kaybolduğunu görür ve avariz ödeyen hanelerin üçte bire inmesine boyun eğer. Bunun sonucu büyük bir pahalılık ve açlıktır.. İsyan ve yağma bir süre daha devam eder. Celali orduları on binlerce kişilik mevcudu besleyemediği zaman hareketlerden kopmalar başlar.. 1610 yılından sonra hareketler insan kaynağından zaafiyete düşünce, devlet öldürücü darbeyi indirir. Tarihi günce yazarları 60 ila 100 bin arasında Celalinin öldürüldüğünden söz ederler. Anadolu tarihi kan ve gözyaşı ile yazılmıştır..

Kuyucu Murad Paşa, Celali isyanlarını bastırırken ölüleri ve esirleri, kafalarını kestikten sonra kuyulara doldurması ile meşhur olmuştur. Deyim yerindeyse bu sadrazam, sahibinin elindeki zincire asılan salyalı bir pitbull gibiydi.. Kafalar yakın bir şehrin girişine asılır yada hediye olarak İstanbul'a gönderilirdi. Her kuyuya isyanın önde gideni "kapak olarak" atılırdı. Kuyucudan kaçıp kurtulmayı başaran "kapak olmaktan kurtuldu" diye anılırdı. Kuyucu'nun sadizmi ve nefes alır gibi cinayet işlemesi devşirme Osmanlı ekabirinden olmasına ve devşirildiği için Anadolu'nun yerlisi Türk ve Kürtlere diş bilemesine bağlanır.

Sonuçta devlet gücünü yine göstermiş ve Büyük Kaçış, Büyük Katliamla bitmiştir. Ölenlerin sayıca çokluğu nedeniyle mevcut camiler cenaze namazlarına yetmemiş, daha büyük bir camiye ihtiyaç duyulmuştur. Sultan Ahmed Camii'nin yapımına başlanması da işte bu büyük Celali hareketinin bastırılmasını simgeliyordu.

Osmanlı Devleti bundan sonra duraklama ve durulanma devrine girecek, gerileme döneminden önceki lale devri ise melankolik Osmanlı gençliğinin batı hayranlığının filizlendiği dönem olacaktır. Daha önceden de Ceneviz ve Venediklilere verilen ticari imtiyazlar, Fransız ve İngilizlere(1838 Ticaret Anlaşması ölümcül darbeydi) de verilecek; bu durum Osmanlı'nın yerli sanayisini baltalayıp ekonomik iflasına neden olacaktır. 1881'de gelirlerininin tahsilatını Avrupalı tefecilere bıraktığı Düyun'ı Umumiye'nin kurulması Osmanlı için yolun son virajı oldu.

Bugün de ülkeleri borçlandırarak iflas ettirme taktikleri uygulanıyor.
21.Yüzyılda küre iyice ısınsa da dünyada pek değişen birşey yok..

8 yorum:

  1. Cok güzel bir yazi olmus. Gecmis tarihimizin, günümüze uyarliyarak yazilmasini keyifle okudum.
    Emegine saglik arkadasim.

    cigi

    YanıtlaSil
  2. bazı gerçekleri ortaya koyarken amaca bakılır.amaç üzüm yemek mi bağcıyı dövmek mi.yani çarpık kentleşmenin veya diğer sorunların dinle ne alakası var anlayamadım.illa dini suçlamak isterseniz o başka tabi.bir kere arap yarımadasında köleliği kademeli bir şekilde kaldıran,bırakın köleleri kadınları çocukları, hayvanların bile hakkının olduğunu hatırlatan bir sistemdir din.

    YanıtlaSil
  3. kusura bakmayin amma ben bu yazilari toplayip aranje eden kiside ve yobaz diyerek baskalarini hakarete bogan hele hele yaradanimiza hic yakismayan ve igrenc sozler yazan siz bir hicsiniz sizi siddetle kiniyorum unutmayin bu dunya bir "imtahan" dunyasi sizin gibi cahilleri siddetle kiniyorum!!!

    YanıtlaSil
  4. Tarihi hayal alemi ile karıştırmayalım...Hollywood filimlerine bile taş çıkartacak bir senaryo/yazı!...

    YanıtlaSil
  5. Böyle bir yazıdan durduğun yeri ve baktığın istikameti anlamak mümkün değil...Olayların kendi zamanını, şartlarını ve konjoktürünü hesaba katmadan, kendince olaylar arasında ilişki kurup, bunuda gerçekmiş gibi sunmak başta tarihe hakarettir.... çelişkilerle dolu, nesneden özneye varamamış despotça bir yazı...

    YanıtlaSil
  6. Camiinin üzerindeki kara bulutlar aslında senin kalbini yansıtıyor, bilmem farkındamısın......

    YanıtlaSil
  7. çok güzel olmuş eline sağlık

    YanıtlaSil
  8. Gerçekten Amerikanın keşfi sadece o bölgede yaşayan yerli halkın değil, yani sadece Kızılderilileri değil tüm dünyayı nasıl sömürdüklerinin başlangıç yılını iyi bir betimlemeyle anlatmışsın,, Tebrikler..

    YanıtlaSil