21 Mayıs 2009 Perşembe

ZAMAN

İnsanın kendisine söylediği Büyük Yalanlardan biri de "geçmişi" ve "geleceği"dir.
Bu yalana kandığı için de hayatını tekdüze yaşar ve ölür.

Gerçek olan sadece şimdiki zamandır. "Şu an" eğer kalbimiz atıyorsa vardır. Atmıyorsa zaman da yoktur. Zamanın hız ile göreceli olduğunu da Einstein, İzafiyet Teorisi'nde göstermişti..

Yerçekimi ve zaman birlikte, herşeyi entropiye uğratıp dağıtan, yok eden, öldüren büyük güçlerdir. Güzellikler üretmek için zamanın getirdiği entropiye ve yerçekimini yıkımına rağmen hayata tutunmak, ve emek harcayıp üretmek gereklidir..



"Sarhoş olun! Ama neyle? Şarapla, şiirle, ya da erdemle, nasıl isterseniz. Ama sarhoş olun ve bazı bazı, bir sarayın basamakları, bir hendeğin yeşil otları üzerinde, odanızın donuk yalnızlığı içinde, sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün geçmiş bir durumda uyanırsanız, sorun, yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saate sorun, her kaçan şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye sorun, ’saat kaç’ deyin; yel, dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir karşılığını: "Sarhoş olma saatidir. zamanın inim inim inletilen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle, ya da erdemle, nasıl isterseniz." (Charles Baudelaire)

Zamana bağımlı olmak bizi köleleştiriyor. Sistem hepimizin koluna bir saat bağlamış.
Modern dünyada sabah uyanma özgürlüğümüz bile yok. Çalar saatler bizi işe çağırıyor.
Oysa gelecek için çalıştıkça, an'ı yitirip kendimizden uzaklaşıyoruz.

Özgür olabilmek sadece an'ı yaşamaya bağlı. Rezil olmak veya zor duruma düşmekten korkmadan, başkasının senin hakkında ne düşündüğünü umursamdan yaşamak.. Gerçek özgürlük işte budur. Hesapsız ve belirsizce.. Özgürce.. Plan yapmadan yaşamak insanın en dürüst ve yalın halidir. Bu saf halde yaşayan biri, bir kuş gibi özgür ve hafiftir. Zamandan özgürleşmeden bu yalandan kurtulunamaz zaten. Ölümden sonra hayat olmadığı gerçeğini kabullenmek, zamanı daha anlamlı ve özgürce geçirmek için bir dürtü olabilir. Zira ölümlü ruhlarımızı için, yerine konması mümkün olmayan şeylerden biri de zamandır.

Her şeyin kendi ve diğerleri etrafında dündüğü ve aslolanın cansız maddeler olduğu
sonsuz evrende hayatın bir gezegende oluşumu ve evrimi tek kelime ile mucizedir.



Hidrojen atomlarının helyum'a dönüşmesi sırasında çok yüksek ısı ve ışık üreten güneşler, etrafında dönen gezegenler için, -273,15°C mutlak sıcaklıktaki soğuk ve karanlık evrende, entropiye karşı fırsat yaratabilecek, yani yaşam oluşturabilecek ideal koşullar için yanan birer umut ışığıdırlar. Evrende bu koşulları sağlayabilecek çok sayıda güneş sistemi olduğu tahmin edilmektedir. İşte yaşam alanımız olan mavi gezegen de böyle bir yerdir.

İnsanlar, aklı bu mucizeyi almadığı zaman mitolojik efsane ve hurafelerin tuzağına ve kucağına düşerler. Tüm bu gezegenin bir "sınav salonu" olduğunu ve başka bir yerde "OL!" deyince her istediklerinin olacağına sandıkları bir cennet olduğuna ve öldükten sonra gözlerini orada açacaklarına inanırlar!. Çünkü bu onlara öğretilmiştir. İtaatkarlıkta ve uyanıklıkta sınır tanımayan bu çoğunluk herşeyin doğrusunu bilir.. Bütün kainat onun için yaratılmıştır. Ondan değerlisi evrende yoktur!. Bitkiler de sadece süs için yaratılmıştır zaten!..

Afrika anakarasının Anadolu'yu kuzeye ittirmesiyle yaklaşık 100 milyon yıl sonra Karadeniz yok olacaktır. Anadolu her sene 1-2 santim kuzeye ilerlemektedir. Fakat 70 yıllık ömrünü sahilde balıkçılık yaparak bu denizin kıyısında geçiren biri, kendi gördüklerine bakarak kuzeye yaklaştığını ve bir gün önündeki koca denizin yok olacağını anlayamaz. Onun ömrü bu süreçte o kadar kısadır ki, değişimi görmeye asla yetmez. Oysa jeofizik ve levha tektoniği bilimi bunu ispatlamıştır. Değişim uzun zaman alsa da cansız dünya da canlılar gibi değişim geçirmektedir.

Evrim de böyledir. Fakat pekçok insan, ömrü bunu görmeye yetmediği, aksine inandırıldığı ve işine de gelmediği için evrim gerçeğini kabullenmez. Ortalama bir insan ömrü akan zaman içinde çok çok kısadır.
10 saniye herhangi bir şeye bakın; ağaca, taşa, ota veya kediye.. Hiçbirinin bu kadar sürede en ufak bir şekilde değiştiğini göremezsiniz. Bu onların değiştiği gerçeğini değiştirmez. Değişim her zaman ve her yerde sessizce gerçekleşmektedir..

Evrim çok uzun zamanda gerçekleşir. Bu perspektiften bakamayan biri için, ispatlanmış teorilerden biri olan evrim teorisine laf atmak kolaydır. Bilim ve akıl bu cahil ve kurnaz insanlar için değildir. Dürüst ve emeğe saygısı olan, üretken ve sevgi dolu insanlar içindir. Halk kendisi için iyi ve güzel olanı seçme özgürlüğüne (kısmen ve riskli de olsa) sahiptir. Fakat kendisini kandıranların peşinden gitmeyi sever..

Bilimin yolundan gidenlerin çağlar boyunca kilise ve cami gibi mabetlerde işi, ve dincilerle arası olmaması bundandır. Galilei Galileo'yu idam etmek dünyanın yuvarlak olduğu ve güneşin etrafında döndüğü gerçeğini değiştirmemiştir. Değiştirmediği bir başka gerçek ise maalesef, kilisenin yalandan gelen ve sömürü sisteminin işine yarayan akılalmaz etkisi ve gücüdür..

Entropiye karşı zefer kazanan ve güzelliği ile başdöndüren hayat'ın, gözümüzden kaçan mucizelerini dikkat edersek her yerde görebiliriz..
Yerçekimi bu bahiste zaman ile beraber entropi (yıkım-ölüm) üreten müttefik güçler olarak anılmıştı. 1643-1703 yılları arasında yaşayan İngiliz matematikçi, fizikçi, mucit, filizof, simyacı ve büyücülerin sonuncusu Isaac Newton meşhur Yerçekimi Kanunu ve F=M*A (kuvvet=kütle*ivme) formülünü bulmuştur. Din ve kilise ile arası ise diğer aydınlar gibi iyi değildi. Papa'nın sahte cennetine inanmıyordu. Toplumda da inananların azalmakta olduğunu farketti.
Üşenmedi ve İsa'ya inananların zamana bağlı sayısal değişimini hesaplayan bir fonksiyon geliştirdi. Bu formüle göre, 3150 yılında dünya yüzeyinde İsa'ya inanan tek bir kişi kalacaktı.. Peki sizce bu yalanlardan kurtulmak için, 1000 yıl daha beklemek zorunda mıyız??

19 Mayıs 2009 Salı

ÖZEL MÜLKİYET YALANI VE MODERN ÇAĞIN SONU

Özel Mülkiyet herkesin kolayca inandığı bir başka büyük yalandır. Genlerden gelen bencilliğimiz ve kendi soyumuzun devamı için miras yolu ile servetimizi çocuklara aktarmayı sevdiğimiz için, kapitalizm; ruhlarımızı okşayan ve
çok taraftar bulan modern dünyanın en güçlü ekonomik sistemdir. Oysa özel mülkiyet yalandan da öte bir hırsızlıktır. Zira teknolojisiz bir dünyada doğa, mükemmel bir ahenk içinde milyonlarca yıl, bin bir çeşitlilik ve zenginlik yaratmışken, endüstri devrimi ile oluşan modern sanayi toplumlarında, (eninde sonunda etropiyle yıkılacak) yollar, binalar ve paslanacak arabalara sahip olmak için doğanın dengesini bozup, türlerin soyunu tüketecek kadar çeşitli zehirler üretiyoruz. Bu, dünyanın içinde yaşayan diğer türler kadar bizi de tehdit ediyor. Fakat doğa, teknolojiyle kendisinden çalınanı geri alacak, bugünkü dünyayı da eski uygarlıklar gibi zamanla toprak altında bırakacaktır.

"Doğa teknolojinin tam karşıtıdır" diyerek ona dönme çağrısı yapan Harvard'lı matematik profesörü Theodore John Kaczynski'nin (nam'ı değer unabomber) eylemlerine son verme karşılığı ABD'nin büyük gazete ve dergilerinde yayınlattığı manifestosunda, teknolojik ilerleme büyük acılara neden olduğu için endüstriyel sistem yıkılmalıdır derken; sisteme entegre olmuş ve ona bir tehdit olması mümkün olmayan modern solculuğun temelinde, beceriksizliği yüzünden pastadan yeterince pay alamamış olmanın yarattığı aşağılık duygusu ve herkesin rahatça yapabildiği yalan söyleme, ufak tefek hırsızlıklar, trafik kurallarını çiğneme gibi ahlaksızlıkların kendi vicdanlarında yarattığı utanç ve öznefret hissi olduğunu söyler. "temiz toplum, dürüst siyaset" söylemi ile kendini gösteren bu "aşırı toplumsallaşma" duygusunun insanı topluma psikolojik bir tasma ile bağlayıp özgürlükten mahrum bıraktığını söyler. Montana'da teknolojiden (elektrik, su dahil) hiçbir iz bulunmayan kulübesinde kardeşinin ihbarı üzerine yakalandığında senede 300$ ile geçiniyor, bir eyaletten diğerine yürüyerek gidiyor üniversitedeki görevlerinden istifa ederek sistemin onun gibi yetenekli dahilere vaad ettiği "iyi bir hayat"ı reddediyordu. Ted'in bireysel savaşı da, sistemin zırhına bir sinek gibi çarpıp yok olacak, manifestosu kimsenin umrunda olmayacak ve aldığı ömür boyu hapis cezası ile demir parmaklıklar ardında ölene dek sessizce oturacaktı.. Son derece güçlü ve örgütlü otoritesiyle, devletler üstü bir güç olan sistem, rahatça kontrol edebildiği herkese açık muhalefet kanallarıyla, bireylerin elindeki son kurtuluş umudu ve enerjisini de yok edecekti.

Vahşi kapitalizm, "adalet mülkün temelidir" sözünü yazdığı bayrağında, mülk ve servet sahibi olmayı (dünyada mekan ahirette iman diyen dinlerin de desteğiyle) maddi ve manevi olarak kutsallaştırırken, servetin miras yolu ile devredilebilmesi, modern dünya tarafından bir "özgürlük ve hukuk zaferi" olarak benimsenerek, "özel mülkiyet", uğruna çalışılıp bir ömür verilecek kadar önemseniyordu.

Peki bu ne kadar doğru? Tüketim ve özel mülkiyet nedir? Neye, ne pahasına ve ne kadar sahibiz? Tüketim toplumu, bizi birşeylerimiz olduğu yanılsaması ile köleleştirirken, aslında sahip olduğumuz hiçbirşeyin mezarda çürüyüp gübre olan bedenimiz kadar doğaya faydası olmadığı gerçeğini farketmeyelim diye zihnimizi sürekli reklam bombardımanına tutuyor. Hiç ölmeyecekmişiz gibi "daha fazla satın almak için çalışarak" yaşıyoruz. En başarılılarımızın kendilerini dış dünyadan yalıtarak yalnızlığa mahkum eden, jiletli tellerle çevrili, güvenlikli sığınakları var. Hepimiz iyi veya kötü barınaklarımızda kişisel servetlerimizin yarattığı sahte güven ve mutluluk duygusuna sıkıca sarılarak yaşıyoruz. Özgür olduğumuzu sandığımız için tarihin en umutsuz köleleleriyiz. Spartaküs, DVD arşivimizdeki tarihi bir sinema filmi sadece.. Chaplin ise ancak çocuklara göre!!

Mal edinme ve birşeylere sahip olma hırsı, güzel günler yaşamak için bir hazırlık dönemi değil, arsız ve sınırsızca bir biriktirme çabası olarak kalıyor. Varlıklı olanlar dahi ömrünün sonbaharında bile hayatı keşfetmek, fotoğraf makinesini eline alıp dünya turuna çıkmak için çalışmayı bırakmaktansa; hastalanıp gücünü hepten yitirene kadar çalışıp, cimri ve ruhsuz zavallı ihtiyarlar olarak ömrünü yapayalnız ve sevgisiz tamamlıyor. Dışarıda gürül gürül akan bir dünya yeşil vadilerdeki nehirlerden bizi maceraya çağıran, çağlayan bir türkü tutturmuşken, neden doğaya izole ofislerde ömrümüzü tüketiyoruz? Modern dünyada endüstri devrimi ile insanoğlu, türünün köleleştirilmesinin en karmaşık ve kusursuz uygarlıklarını yarattı. Charles Chaplin'in 1936'da (yönetmen, oyuncu, besteci, yapımcı, senarist, vb. olarak) çektiği Modern Times (Modern Zamanlar) filmi bu konuyu işleyen harika bir sanat eseri ve sinema sanatının taçlandığı zirve noktası olarak defalarca izlenebilir.

Çok kazanan ve çok harcayan (Beckham Ailesi gibi) modern çağ kahramanlarımız var. Bu idollerin billboardlardaki resimleri, gerçekte bize de bir fırsat olduğu konusunda umudumuzu yitirmememiz ve sisteme küsmememiz için asılmış birer ışıklı uyarı panolarıdır. Diğer taraftan Michael Jackson'un tonla serveti içinde ölümsüzlük peşinde umutsuzca koşarken gömüldüğü pisliği ve içler acısı tükenişini ibretle görüyoruz. Hala yaşayan ölü adayları olarak bizler, seçme şansımızın olmadığı hayatlarımıza tüm gücümüzle asılırken ve şansımızın peşinde umutsuzca koştururken dünyanın hızla kirlenip tüketilmesine de ortak oluyoruz.

Gündüz Hoca'nın, "Gündelik Hayatta Totalitarizm - Cehenneme Övgü" kitabında dediği gibi; "Bırakın onlar oyunlarını oynasın, iktidarın en büyük korkusu muhalefet değil, ciddiye alınmamaktır." Sistemi ciddiye alıp tüketim bağımlısı olduğumuz oranda onun bir parçası ve kölesi oluyoruz. Ferrari'sini satan bilgelerimiz bile, ermişlik sırlarını yazdığı ve çıkış yolu arayanlar için kurtuluş haritası dağıtan(bestseller) kitaplarından kazandıklarıyla ferrarilerini iki tane olarak geri alıyor, sistem oyunu kuralıyla oynayanları cazip ödüllerle mükafatlandırıyordu. Herkesin peşinde koştuğu gizli formül (the secret) bile "yeterince isteyince olur" diyerek bir başka kişisel gelişim kitabında özetleniyordu. Sistemin, vitrine koyduğu gösterişli ve cazibeli ürünlerle göz boyayan, şanslı azınlığın zenginlik ve mutlu yaşantısını her gün medyada gösterip de onlara (çok ufak bir olasılık da olsa) dahil olma imkanını özgürlük diye bize yutturan bu manyetik çekim alanı, herkesi yutan bir karadelikten başka birşey değildir. Sistemin bireysel vaatlerinin yanında, dünyaya kaybettirdiklerini kim görüyor ki?
Ölümsüzlük inancıyla kutsadığımız hayatlarımıza, üstün amaçlar ve tanrısal varoluşçu sebepler buluyor ve kendimiz için yaratıldığına inandığımız bu dünyada diğer türleri egolarımıza kurban ediyoruz. Su, hava ve toprak kalitesi her geçen gün düşüyor. Ormanlar azalıyor, denizlerin altı naylon poşet, üstü deniz anası ile kaplanıyor. Çöller ise her zaman yayılma eğiliminde. Çölün tekrar yeşertilmesi mümkün değil. Şu kısacık ömürlerimizde kaybettiklerimizi bir daha geri alamayacağımızı görüp de doğayı küstürmeyelim diye hiç özen gösteremiyoruz. Kendi evlerimizin bahçesindeki bir avuç yeşillik bize yetiyor da artıyor bile. Küresel ısınmayla türümüzün ne büyük bir tehdit altında olduğunu göremiyoruz.

İnsanlığın bencil genlerinin zaferi olan vahşi kapitalizm mavi gezegeni döndüğüne pişman ediyor.. "Bu dünya zaten yalan" dedirten, bencilliği tavana vurmuş genlerimizle, evrim sürecinde kendi dahil tüm canlılar için en tehlikeli tür olarak birincilik tahtımızda kibirle oturuyor ve bize karşı hiçbir silahı olmayan, adına da utanmadan "vahşi doğa" dediğimiz ortamda yaşıyan zavallı türlere acıyarak bakıyoruz.

Sistemin insanları uysallaştırma projesinde, efendisinin gözüne bakan itaatkar köpekler için, önüne atılacak birkaç kemik her zaman vardı. Fakat gelecekte makineler iş gücünün yerine geçerse, insan emeği artık gerekli olmayacağından, sistemi yöneten seçkinler, gereksiz yük olarak gördükleri kitleleri yok etme kararı bile alabilirler. Tüketim toplumunun uysal köleleri olarak sessizce bindiğimiz dalı kesmeye devam ediyoruz. Açgözlü bir şekilde tüketme ve daha fazla mala sahip olma tutkumuz, bizi giderek daha da umutsuz köleler olarak sisteme eklemliyor. Vahşi sistemin bir gün kendini de yok edecek kompleks dişlileri arasında sıkıştıkça sıkışıyoruz. Acımasız sistem makineleştikçe bir yandan daha çok işsiz üretirken, dğer yandan iş bulanlardan daha çok şey talep ediyor. Prestij ve güç peşinde koşan bireylerin iş bulabilmek için daha fazla (sistemin ihtiyaç duyduğu dallarda) eğitimli ve yetenekli olmasının yanında, daha güvenilir, daha sağlıklı ve itaatkar olması da gerekiyor.

Eski zaman köleleri gıda ve barınak karşılığı çalıştırılırken, bugün emeği ile çalışanların ücretleri bunları bile karşılamaya yetmediğinden kredi kartı türü borçlandırma mekanizmaları ile gelecekteki emeklerini bugünden harcamak zorunda bırakılıyor ve tefeci bankaların elinde (yüksek faizlerle) tutsak oluyorlar. Özetle tüm bu gelişmişlik ve modern zamanlar insanların hayatını kolaylaştıracağı yerde gittikçe güçleştiriyor. Şehir hayatının boğuntusunda, nefes alınabilecek en yakın yeşil alan bile ücretli piknik alanı.

İyi bir konut, sağlık, beslenme, eğitim, ulaşım, giyim, spor gibi imkanlar herkes için değil, sadece şanslı olanlar için.. Örnek olarak, 17 Mayıs 2009 tarihli bir gazete ilanı oldukça düşündürücüdür: SinpaşGYO'nun Kartal /Samandıra'da hayata geçirdiği Lagün (denizkulağı) Projesi'nde evler 501.900TL ile 2.315.250TL arasında satışa sunuluyor. İşsizliğin bomba olup patladığı bir dönemde bu ilan neyi gösteriyor? Asgari ücretli biriyseniz bu evlerden bir tane alabilmek için en az 75 en çok 350 yıl gelirinizi kuruşuna dokunmadan biriktirerek çalışmanız gerek. Ömrünüz yeterse alırsınız tabi!. Garibanlar "öteki" dünyada "altlarından ırmaklar akan cenneti" ve hurileri düşünedursun, şanslı olanlarımız için cennet, bu dünyada projesi çizilip satışa sunulmuş bir gerçektir. Bu dünyadaki haksızlıkların ve sömürünün bir irade sınavı olduğu yalanıyla kandırılıp tepkisizileştirilen halkın cehaleti ve bu ahlaksız sisteme tümgücüyle destek vermesi ne kadar düşündürücü..

Eskiden ölüler öteki dünyada ihtiyacı olur diye mezara yanlarında değerli eşyalarıyla gömülürmüş. Bugün de değişen pek birşey yok..

14 Mayıs 2009 Perşembe

DEVLET TERÖRÜ

14 Mayıs 2009'da Başakşehir'de bir yıkım operasyonu yapıldı. Olay daha öncekiler gibi kısa zamanda bir çatışmaya dönüşecek, polis telsizle merkezden halka fırlatmak için iki minibüs dolusu daha takviye gaz bombası isteyecekti. Sokakta yıkıma direnen mahalle halkına, ilkokula, hatta içinde bebekler olan eve atılan gaz bombasının anlamı nedir? "Bizim de mi evimizi yıkacaklar?" diye galeyana gelen halkı yatıştırmaya çalışan, arada kalan bir adama kameraların önünde tazyikli su sıkıp, tokat ve tekme atmak nedir? Vatandaşın can güvenliği böyle mi sağlanır?

Evet halkın başında dert çok.. Açlık, işsizlik, eğitimsizlik.. Hamdolsun kriz teğet geçti.. Son bir yılda 1 milyon 125 bin kişi işini kaybetti!. Son veriler işsizlik oranının %16'yı geçtiğini ve tüm zamanların en yüksek seviyesine çıktığını gösteriyor. Bunu sadece son küresel krize bağlamak saflık olur. Zira yabancılara yapılan özelleştirmeler, uygulanan maliye politikaları zaten açlık ve işsizlik üretiyordu. Özel hastane ve okul sayısı patlarken, devlet kaynakları bunları yapmaya değil kömür ve erzak dağıtmaya harcanıyordu.
Borçların yüksek faizlerinin ödenebilmesi için konulan yüksek vergiler altında ezilen, kart ve kredi mağduru olan halka, her fırsatta gaz bombası kullanılmasının, onu tamamen sindirmek ve ezerek susturmaktan başka ne amacı olabilir? Bu düpedüz açık bir Faşizm'dir. Halka "işine geldiği kadar" hürriyet verir faşizm..

Dünya tarihi çok sayıda büyük organize terör gördü. Dünya savaşları bunlardan ilk akla gelenler. Ülkeleri sömürmek için yapılan işgal ve darbeleri de hemen hatırlayalım. Irak'ta "size özgürlük getirdik" yalanıyla 1 milyon 500 bin kişiyi öldürmek terör değilse nedir? Böyle yalan özgürlük olmaz olsun.. Devletlerin halklarına söyledikleri Büyük Yalanların haddi hesabı yok. Gözaltında işkenceler, "hayata dönüş" adı altında yapılan imha operasyonları, ve Metris'te ölüm'ün adıdır devlet terörü.. Adalet Bakanı "bunlar yiyor efendim" derken, Ölüm oruçlarında hafızasını kaybeden ve bir daha birbirlerini hatırlayamayan "Ali Ekber Doğan ve Havva Doğan" çiftinin inanılmaz dramıdır devlet terörü. Muazzam örgütlü gücü ve devletin kendi yaptığı kanundan gelen dokunulmazlık zırhı altında yapıldı bunlar. Devletin örgütlü ve yasal gücü ile önlenemez terörü çok acılar yaşattı. Tarih boyunca savaşları silahsız köylü veya şehirliler değil, devletlerin silahlı orduları çıkardı. Halkın payına düşense hep can vermek veya sevdiklerini kaybetmenin acısıyla yaşamak oluyordu. Faşist bir adamın (Hitler) ekonomik rekabetten kaynaklanan hırs ve egosu, emrindeki muazzam örgütlü ve silahlı güçle ve kandırdığı halkın desteğiyle birleştiğinde sonuç 50 milyon ölü, ve yıkılan koca bir kıta olmuştu. Peki, İkinci dünya savaşı bir ders olsun bunca silahtan arındıralım dünyayı diyebiliyor muyuz? Hayır. Savaşa karşı çıkmak hoş karşılanmaz. Halklar seçimleriyle kendi ipini çekecek ve hazin sonunu hazırlayacaktır. Savaşlarla "düzen" değişse de "halk" değişmez!. Her toplum layık olduğu şekilde yönetilirmiş. Özgürlük, ölüm riski taşıdığında, kölelik de (onursuz da olsa) bir tercihtir. 300 milyon yıllık "bencil gen"lerimiz, her koşulda hayatta kalmamızı, kendimizi düşünmemizi ve ürememizi yazmıştır. Onların genetik programlarına itaat etmeye mecbur yaşamkalım makineleriyiz. Alınyazısı değil, kromozom diliyle yazılan Geninyazısı vardır. Bu yazı hayatımıza yön veren, yaşamkalım makinelerimizi çok uzaktan kumanda eden bir programdır. Bu mekanizma yüzünden, sadece can güvenliği uğruna otoriteye boyun eğen halklar, devletlerden çektiğini hiçbir şeyden çekmedi. Örneğin, Çin'de devlet, açlıktan ağaç kabuğu kemiren köylüye, kamu malına zarar vermekten ceza keserek otoritesini gösterecekti. Yasa ve düzen açlığın üzerindedir. Devlet için "Halk, harcanabilir ve yenilenebilir bir doğal kaynaktır."

Bunları işimize geldiği kadar görerek, sessiz ve duyarsız kalarak onaylamış olmuyor muyuz? Bir zamanlar biz de yere düşene yardım etme kültürüne sahiptik, taa ki modern tüketim toplumlarında bir çarkın dişlisi olana kadar. Şimdi kendi başımıza bir şey gelmedikçe dünya yansa umurumuzda değil. Devletler arasında bir tür garip askeri ilişki var. İstedikleri zaman savaş çıkartıp, istedikleri zaman yine masada bitirebiliyorlar. Peki ya mekanik bir robot durumuna düşürülen, cephede savaşan insanlar.. Savaşın bittiği ilan edilen saate kadar ateş et, sonra da off düğmesine basılmış gibi dur. Ne kadar kolay değil mi? Savaş insanlık dışıdır. Vatan savunması elbette ki kutsaldır. Peki bu tehdidi doğuran nedir? Herkesin bireysel iş ve aş peşinde koştuğu bir dünyada, bu silahsız bireyler birleşip topyekün bir başka ülkeye saldırıya geçemezler ki.. Bunu kavramak çok zor mu?

Bir ülke komple yıkılıp halkı katlediliyor da, bunu yapan tarafın üst düzey yetkilisi (katliamdan sorumlu kişi olsa bile) geldiğinde hiç birşey olmamış gibi kendi ilişkilerimize ve işimize bakabiliyoruz. Bu korkunç birşey. Vahşi kapitalizmde kar ve tüketim eksenli, kollektif yaşamdan yoksun, bencil yaşantımızla zehirlediğimiz aklımızı tedavi edecek, manevi ihtiyacımızı giderecek "kutsallığı tartışılmaz", bireysel kurtuluş formülleri ve cennete çıkan yol haritaları dağıtan ilaç gibi din'lerimiz bile var.

Ruhumuzun derinliklerinde "onlar gibi olmadığımız için kendimizi şanslı saydığımız", o insanlara "acıdığımız" için duyduğumuz suçlululuk duygusundan kurtulmak amacıyla ..zedelere yardım kampanyaları yapıyoruz. Çevreyi kirletiyoruz diye sıkıntıya düşen ruhlarımızı kurtaracak "çakma çevreci" Greenpeace örgütü bile kurduk. Bu tatminden sonra artık iç huzuruyla katliamlara devam edebiliriz. Nelere seyirci kalıyoruz da başımız bile ağrımıyor!. İnsanlığın ar damarı çatlamış! hayat yalan olmuş!.

Yolda veya parkta tartıştığı silahsız insanları yasal mermisiyle çekip vurmak nedir? 1 Mayıs'ı kutlamaya Taksim'e gelen işçi sınıfına atılan gaz bombası ve vurulan cop nedir? Devletin kolluk gücü, halk'a karşı devlet örgütünü korur. O, devletin değil halkın koruyucu gücü olduğu gün, şüphesiz ki vatandaşa bakışı çok farklı olacaktır. Sorulduğunda kimlik gösterecek, yardımsever ve kibar davranacak, keyfe keder zor kullanmaktan kaçınacaktır. Çünkü onlar, vatandaşın ödediği vergilerle geçindirilmektedir. Akşam evine gittiğinde yediği ekmek, gündüz copladığı işçinin maaşından alınan vergiyle ödenmektedir. Bayram günü yürüyen işçiye afiyetle yakıcı gaz soluturken düşünmez ki, o adamın bunun üzerinde hakkı vardır. İşçi maaşından kesilen vergiyi ona helal etmediği zaman ailesine ve çocuklarına da haram yedirmiş olacaktır. Acaba bir an olsun bunu düşünemez mi? Kendi insanına tazyikli ve boyalı su sıkan, bomba atan polisler nasıl vicdanında rahat olabiliyor?

1 Mayıs 2008'de Şişli'de Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) binası önünde yaşanan şiddetin anlamı ve amacı neydi? Yere düşene tüm gücüyle bir tekme daha atmak nedir? Gencecik, vatan aşkıyla yanan fidanların; Deniz'lerin idamı neydi? 12 Eylül CIA darbe cuntasının, anti amerikancı, ilerici aydınları imha operasyonu neydi? Emeryalizme karşı ülkesinin çıkarlarını savunan, işbirlikçilere "hayır bu yanlıştır, gaflettir, ihanettir" diyenlerin, "terörist bu" denilerek içeri atılıp susturulması nedir?
Çocuk yaşta, mahkeme kararıyla yaşı büyütülerek asılan Erdal Eren'in idamı neydi? Bunlar terör değil miydi? Bunlar neden yapıldı? "12 Eylül CIA darbesi, halka susmasını, otoriteye itaat etmesini, sömürünün ilahi adalet olduğunu kabul etmesini öğretmiştir." Devlet terörü, halkı köleleştirmek için yapılır. Sayısız örneği için dünya tarihini okumak gerekli ve yeterlidir.
Hemen tüm devletlerde zorunlu olan "askerlik" ile icabında "yüzüne bakarak insan öldürmek" için gençler silah altına alınmaktadır. Savaşta veya barışta bu durum değişmez. Amerika mevcut asker sayısının yetmediği olağanüstü dönemlerde savaşmaya, ölmeye ve öldürmeye götürmek istediği gençleri, basın ilanlarıyla "Seni ordu için istiyorum!!" diye parmakla göstererek çağırıyordu." Küreselleşen dünyada bugün silaha ve savaşa ayrılan mali kaynaklar halka harcansa; aç, açıkta, ilaçsız, evsiz kimse kalmaz. Dünya mevcut nüfusu besleyebiliyor. İyi bir planlamayla savaşsız bir dünya mümkün. Fakat açgözlü, hırslı ve bencil devletler savaşla zenginleşen bir zümrenin sözünden çıkıp da (birkaç istisna devlet hariç) halkın yanında tavır alamıyor. Ey US Army!, Vietnam'da, Irak'da ne işin vardı? Milyonlarca masum insanı neden öldürdün? diyemiyor. İşte ortada görmezden gelinen, dokunulamayan koca bir yalan daha.. Dünyanın en organize terörü Pentagon ve CIA eliyle yıllardır uygulanmaktayken kimse gıkını çıkartamıyor. Çıkartanlara da "haydut devletler" oldukları gerekçesiyle savaş uçaklarından atılan füzelerle özgürlük götürülüyor. Irak'ta ABD işgal ordusunun tutsaklara b.kun içinde yaptığı ve görüntüleri basına sızan işkence ve tecavüzlerden daha büyük terör olabilir mi? Bunca teröre rağmen, biz sadece marjinal grupların halka yönelik "korkunç tehdit ve terör"üyle ilgilendiriliyoruz. Bizi bundan kurtarmak için bu tehlikeyle tüm gücüyle, fedakarca çalışan devlet'e şükrediyoruz.. Emrine verdiğimiz evlatlarımızla ona kurbanlık şehitler armağan ediyoruz. Oysa iş, ekmek, özgürlük için sadece yürüdüğümüzde bile gaz yiyoruz. Ne güzel değil mi? İşte size adalet.

Özetle Modern toplumda terör üretmek devletlerin tekelindedir. Başka hangi güç başı ağrımadan, sorumsuzca, atom bombası atarak yüz binleri öldürebilirdi ki? İnsanları kobay olarak kullanıp yeni silah teknolojileriyle kurban ediyorlar. Yeri geliyor, bir merminin, bir bombanın silah tekellerine getirdiği kar; kullanıldığı yerde canını aldığı insandan daha değerli oluyor.. Nasıl olsa insanın kıtlığı yok. Halklar orman gibi, aradan birkaç tane deviriyorsun, sonra yeniden büyüyor. Zamanla orası kapanıyor. Zaten zaman hep ileriye akıyor. Halkların hafızasını medya ve futbolla silmek öyle kolay ki. Bakın, İspanya'ya, faşist Franco: "Bu ülkeyi 40 yıl futbolla yönettim" demiştir. Takım tutmak da bir yalandır!

Teknik adam ve oyuncular (takım tutmayıp) her sene başka takımlara giderken, malı götürüken biz neden takım tutalım ki? Bazı şeyler kumar gibidir; kazanmak için hiç oynamamak gereklidir. Sevgili hocamız Gündüz Vassaf'ın dediği gibi: "Birbirlerine karşı oynadıklarını sandıklarımız aslında birleşmiş bize karşı oynuyorlar.." Büyük Yalanlar bu kadar net göz önündeyken, neden göremiyoruz?? Görmek için bakmak yetmiyor. Bilimciler nedenleri sorgulamadan ve doğayı gözlemlemeden ne öğrenebilir, neyi görebilirdi ki?


Halk bu zulümden kendini "terörist damgası yiyerek en ağır şekilde cezalandırılmadan, işkence tezgahlarından geçmeden" nasıl koruyacaktır? Tüm bunlara rağmen bizi inandırdıkları "özgürlük" de bir yalandır. Önümüze, bir bağ tutacak takım, bir avuç dinleyecek popçu ve bir düzine dedikodu programı yayınlayan TV atıyorlar.. Oysa halk olarak, ancak akvaryumun içinde yaşayan balıklar kadar özgürüz. Deniz'ler çoktan asıldı. Yoklar. Aydınlar bombayla havaya uçuruldu ve bin parçaya bölündü veya beyinleri kafataslarında açılan delikten akıtıldı.

Vuramadığımız aydınları da ölüm tehditleriyle çok sevdikleri ülkelerinden uzaklaştırdık. Vatan haini dedik onlara. Hiç utanmadan o insanları tanımayanlara yalan söyledik. Oysa memleket hasretini, ülkesine olana aşk ve özlemini ondan daha güzel, daha güçlü, daha anlamlı kimse dile getiremeyecekti: "Memleket mi? Yıldızlar mı? Gençliğim mi daha uzak?" Haydi! Hain dedikleri Nazım'dan daha çok memleketini seven varsa çıksın ortaya da bundan güçlü ifade etsin. Hadi göstersin bakalım memleket sevgisini. Mümkün mü ki?? Nazım'a vatan haini demek, yalanın en büyüğüdür.

1980 yılında bir gösteriye katıldığı gerekçesiyle gözaltına alınıp, işkenceyle katledilen Faruk Tuna'nın resmi ölüm gerekçesi "içtiği sütten zehirlenme" idi. Katillerin cezalandırılması için, 20 yıldan daha fazla hukuk mücadelesi veren babası, yapılan (araçla ezme gibi) akılalmaz ölüm tehditleri karşısında;, "Ben, oğlum öldüğü gün öldüm. Beni bir kere daha öldüremezsiniz" diyerek onurlu hukuk mücadelesinden vazgeçmeyecek, fakat dava, kesin bir sonuca ulaşamadan zamanaşımından düşürülecekti.

12 Eylül CIA güdümlü terörizminde, kendisi de idamla yargılanan şair Nevzat Çelik'in, (masum olduğu için firar etmeyi reddeden ve 22 yaşında asıldıktan yıllar sonra suçsuzluğu anlaşılacak) Necdet Adalı'ya hitaben yazdığı son derece içten ve anlamlı duyguları Şafak Türküsü'nde ölümsüzleşecekti:

"...
ne garip duygu şu ölmek
öptüğüm kızlar geliyor aklıma
bir açıklaması vardır elbet giderken darağacına
geride masa üstünde boynu bükük kaldı kağıt kalem
bağışla beni güzel annem
oğul tadında bir mektup yazamadım diye kızma bana
elleri değsin istemedim!
gözleri değsin istemedim!
ağlayıp koklayacaktın,
belki bir ömür taşıyacaktın koynunda
yaşamak ağrısı asıldı boynuma
oysa türkü tadında yaşamak isterdim

ölmek ne garip şey anne
baba olamayacağım örneğin
toprak olmak ne garip şey anne
beni burada arama anne
kapıda adımı sorma
saçlarına yıldız düşmüş koparma anne, ağlama
bekle beni anne
bir sabah çıkagelirim
bir sabah anne bir sabah
acını süpürmek için açtığında kapını

..."

Bu muhteşem dizeler, yıllar sonra Ahmet Kaya'nın bestesi ile
yüreklere düşen kızıl bir ateş olacaktı..

8 Mayıs 2009 Cuma

AMERİKA'NIN KEŞFİ VE ANADOLU'YA ETKİLERİ

Dünyanın düz olduğu yaygın inancına karşı, yuvarlak olduğu ve döndüğü iddiasının taraftar bulması ile, ipek ve baharat diyarı Hindistan'a giden en kısa yolun Osmanlı'nın arkasından dolanmaktan geçtiği düşüncesi parlamıştı.


Pusula'nın Çin'den Avrupa'ya getirilmesi ve denizcilik teknolojisindeki diğer ilerlemeler, kral veya kraliçeden bir kese altın yolluk kopartmayı başaran meraklı İspanyol ve Portekiz'li kaşiflerin Atlantiğe yelken açmasını sağlarken; haritaların yeniden çizilmesine ve yakında "üzerinde güneşin batmadığı imparatorluklar" kurulmasına neden olacaktı. Coğrafi keşif serüvenleri başlamıştı. Bu maceradan sonra dünyada artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, bir kese altınla giden bir çuval kanlı altınla geri dönecekti. Bu sektöre yatıran çok kazanacak, fakat altın çok olunca da değeri düşecekti. Bu durum en çok gelişmekte olan (emerging empires) imparatorluklarımızdan G7 üyesi Osmanlı'yı vuracaktı. Bugün iktisadi etkileri çokça tartışılan ve yerli imalatçının başına ta o zamandan bela olan Küreselleşmenin (alemin top olması) ilk mimarları işte bu Batı Avrupalı Portekiz ve İspanyollardır. İspanya ve Portekiz futbol takımlarını Avrupa ve Dünya kupası maçlarında yenebilmek tarihle de bir hesaplaşma olacaktır.

Tayfalar, aylarca süren yolculukta hiç taze sebze, meyve yiyemediğinden ve dönemin eczacıları olan büyücülerde de vitamin ve zayıflama hapı bulunmadığından, (askorbik asit) C vitamini eksikliğine bağlı iskorbüt hastası oluyordu. Önce dişler dökülüyor sonra simaları tanınmayacak derecede bozularak ıstırap içinde hayatını kaybediyorlardı. Afrika'yı (Ümit Burnu'ndan) dolaşmak isteyen Vasko Da Gama gibi çok uzun yol kaşiflerinin gemilerindeki tayfalar için bu durum daha da umutsuzdu. Denizde ölenlere mezar da kazılamıyor, zavallı tayfalar başka seçenek olmadığı için balıklara yem oluyordu. Uçsuz bucaksız okyanusun ortasında ahşap bir gemide yaşanan ve korku filmlerini aratmayacak bu sahneler, sefere çıkarken yanlarında götürdükleri limonlardan yolda yenilmek sureti ile bertaraf edilene kadar sürdü.

Amerika'da gördükleri (kızılderili) insanlara Hintli sandıkları için İndian (Hintli) dediler. Oysa bu ormanı bol kıtada ne ipek, ne baharat, ne de Buda vardı.. Bugün de Silikon Vadisi'nde yazılımcı olarak çalışan veya mahallede market işleten Hintlilerle, dört çeker arazi ciplerine adını verdikleri semersiz at binen Cherokee yerlilerine yine indian diyorlar!. Oysa Hindistan'dan yarım dünya uzaklıktaki bu kıta Malta Eriği değil, Yeni Dünya idi. 1492'de Amerika Kıtası keşfedilmişti işte.. O sırada CIA ve Pentagon ekibi, Kaliforniya'da yetişen Washington portakalında molekül olduklarından, dünya halklarının özgürlüğü için bir tehdit değildi. Fakat Batı Avrupalı sömürgeciler için ise (gold rush) altın'a hücum ve sermaye piyasası hareketleri başlamıştı.

Yeni Dünya halkı için büyük felaket gemilerle geldi.. "İspanya sponsorluğunda gelen İtalyan asıllı bir Portekizli" olan Kristof Kolomb'un ekibi 50 ila 100 milyon kişinin ölümüyle sonuçlanacak büyük soykırımı başlatacaktı. Bugün Amerika'nın kuzeyinde yaşayan Avrupa kökenli beyazlar, her yıl onu sevgi ve coşku dolu kutlamalarla anarken, güneyinde yaşayan ve bu zatla ilgili anıları pek hoş olmayan halklar ise törenle Kolomb'un heykellerini yıkıyorlar..

Kızılderililer cömert insanlardı. Birinden sahip oldugu bir şey istenince hemen veriyordu. Kötülügü bilmiyor, çalmıyorlar, öldürmüyor, komşularını çok seviyorlardı. Silah nedir bilmediklerinden, kendilerine uzatılan kılıcın keskin tarafını tutup ellerini kesiyorlardı. Bunu gören ve henüz kurulmadığından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AHİM) korkusu olmayan K.Kolomb, günlüğüne: "Elli adamla bu halkın hepsini boyunduruk altına alabilir ve onlara her istedigimizi yaptırabiliriz.." yazacaktı.
Adına türkü yakılmasa da, koca bir ülke kurulan (Kolombiya) kaptan Kolomb, kıtaya adını veremediği halde, yaptığı bir ülke puanıyla teselli bulacaktı. Batı kadar Doğuya da gidip keşfetmeyi başaran Magellan ise, bu özelliği ile ancak bir küresel navigasyon (yön bulma) cihazı markası olabilecekti.

İşin trajikomik yanı, kılıç çekmeyip yerlileri sadece İnternet Mahir gibi öpünce de sonuç değişmiyordu. Çünkü Kolomb'un Bask'lı tayfaları, yerlilerin bağışıklık sisteminin tanımadığı ve bu nedenle koruyucu antikor bulundurmadığı pek çok hastalık taşıyordu. Bu haliyle tayfalar, çıtır çıtır bir çam ormanına düşen ateş gibiydiler..

Amerika'ya bakteri ve virüs ihraç edenler, İspanya'ya kakao ithal edecek ve Bask bölgesinde dünyanın en iyi çikolata imalathanelerinin kurulmasını sağlayacaktı. Kaliteli İsviçre çikolatalarının sırrı, Alp Dağlarında otlayan ineklerin sütü katılmış Bask'tan işlenmiş olarak alınan bu kakaodur.

Domates de eski dünyaya yeni dünyadan gelen yeni bir sebzeydi. İspanya ve İtalya gibi Avrupalı ülkeler bugün onsuz yaşayamazlar; uğruna İspanya'da festivaller düzenlenir, İtalya bayrağının kırmızısı da domatesi simgeler (beyaz ve yeşil renklerin kaynağı ise yine pizzada kullanılan mozerella ve fesleğendir). Aztek dilinde tomati, "şişkin ve yuvarlak şey" anlamına gelir. Amerika'nın keşfi ile Avrupa mutfağı oldukça zenginleşti. Domatessiz bir yemek düşünemeyen bugünün Avrupalısı eski zamanlarda futbol, internet, sinema gibi nimetlerin yanında, bir de domates yokluğu çeken atalarına ne kadar üzülse azdır. Elbette bizim padişahlardan örneğin; F. S. Mehmet'in ömründe bir domates, bir muz, bir çikolata bile yiyemeden ölmüş olması da bizim acı bir tarihi gerçeğimizdir.

Avrupa'ya tütünü getiren Fransız Nicot, "test içişi" yaparken dışarı üflediği ve burun deliklerinden çıkan dumanla, "içine şeytan girmiş bunun" tespiti yapan Kilise engizisyonu tarafından idam edilip, sigaraya bağlı erken ölümlerin ilk örneği olarak tarihe geçecek, ve "Nicot'un içindeki" anlamına gelen ve "kan basıncında kalıcı artış yaparak damar yapısını bozan" tütündeki alışkanlık yapıcı alkaloitte (nikotin) soyadını ölümsüzleştirecekti.

Batı Avrupa'da denize kıyısı olup da batıya yelken açan devletlerden; güneydekiler Amerika kıtasının da güneyine ulaşıp oralarda İspanyolca ve (Brezilya'da) Portekizce konuşulmasını sağlarken, İngilizler de daha sonra kuzeyden gidip, kıtanın da kuzeyine varacak ve orada İngilizce'yi hakim kılacaktı. Fakat bugün anadili İspanyolca olan ve yabancı dil bilmeyen Hispanikler(Spanish), Amerika B.D. nüfusunda da ciddi bir orana ulaşmıştır. Bu nedenle New York'ta bir caddede gezerken, bir dükkanın camında -yabancı dil aranır gibi- "İngilizce bilen eleman aranıyor." ilanını görürseniz sakın şaşırmayın.

Artık ellerinde yerli halkı teknolojik olarak ileri oldukları için kolayca kandırıp (bkz. Kargo Kültler) rantını yiyecekleri, bu taktik işe yaramazsa da (bugünkü Irak örneğindeki gibi) muhalif insanları hunharca katledip, zenginlikleri ne pahasına olursa olsun sömürecekleri kocaman bir kıta vardı.. Nitekim çok geçmeden Yeni Dünya'dan gemilerle gelen tonla altın Avrupa'da bir zenginlik ve refah dönemi başlattı. Avrupa, batılılaşma kavramını lügatlara sokmak üzereydi..

O gün her şey çok güzel başlamıştı.. İspanyollar karaya ayak bastığında, Azteklerin (son) kralı Montezuma, gemiyle denizden gelen bu insanları ve özellikle daha gösterişli giyinmiş komutan Cortes'i dinsel inançlarındaki "denizden geldiği" ve onlara bildikleri her şeyi öğreteceği söylenen tanrı Quetzalcoatl sanmış ve mitolojilerinde kutsal saydıkları bu insanları çiçek ve hediyelerle karşılamıştı. Yaz günü buz gibi soğuk sulardan gelen tanrıların başı, gözünü altın hırsı bürümüş komutan Cortes, hediyeleri kabul ederken daha yok mu bunlardan? Hepsini isterim, çok uzak yoldan geldim diye öfkeyle köpürmüş; Meksika'yı işgal etmek için ilk iş olarak Montezuma'yı önce esir almış, sonra da kukla lider ve eşbaşkan olarak tahta oturtmuştur. Bir liderin koltuk aşkı uğruna sömürgecilerle işbirliği yapmasının tüm halkın ve ülkenin yokolmasına neden olduğu tek örnek bu değildir.
Zaten sonunda Aztekler de aşka gelmiş ve Montezuma'yı taşlayarak öldürmüştür.

Diğer yandan görevini başarıyla yapan Cortes, yerli halkı katletmesiyle tarihe geçmiştir. Burada inançların sonuca etkisi çok dikkat çekicidir. Yerlilerin dinsel inançları Cortes gibi istilacıların Yeni Dünya'yı rahatça kolonileştirmesini sağlamıştır. Böylece O, altın ve değerli mücevherler için dünyadaki en büyük soykırımlardan birini yapabilmiştır. İstilacıların çelik kılıçları, yerlilerin ise tahtadan kılıçları vardı. Cortes, Azteklerin başkenti Tenochtitlan'ı yerle bir etti. O günün şartları içinde 700.000 nüfusu ile İstanbul ve Paris'ten sonra en büyük üçüncü şehir olduğu düşünülürse, katliamın boyutları daha net anlaşılacaktır. Latin Amerika yerlileri emperyalizm ve sömürüyle bu ilk ve çok kanlı tanışıklıklarını hiç bir zaman unutmayacak ve genlerinde taşıdıkları bu isyan ateşi, 21.Yüzyılda Bolivarcı, Aydınlık Yol'cu, Tupamaro'cu, Castro'cu ve Chavez'ci devrimci örgütler olarak hayat bulacaktır.

Cortes ve benzerlerinin Avrupa'ya dönen gemisi sadece kakao, domates, tütün ve muz değil, elbete altın da taşıyordu. İşte o taze altın ve Osmanlı'nın azalan jeopolitik önemiyle gelirlerinin azalması,
İstanbul'daki sarayda sultan, vezir ve şeyhülislam üçlüsüne büyük sıkıntı yaratıp, başağrısı için aspirin ve okeye dördüncü aratacaktı.

Merkezi "Tarihi Yarımada"daki saray olan Osmanlı için acı günler kapıdaydı. Enflasyon, kıtlık ve geçim sıkıntısı Anadolu'da sosyal patlama yapacak buna mukabil padişah, (Uzun Mehmet daha karaelmas'ı bulamamış olduğundan) halkın desteğini almak için kömür bile dağıtamayacaktı.. 1584-87 arasında İtalyan Florisi 60 Akçeden 120 Akçeye fırladı. Osmanlı'nın, parasının değer kaybetmesini önlemek için Amerika'yı yeniden keşfetmekten başka bir yolu yoktu. Eğer bu yapılmış olsaydı, Yeni Dünya'da bugün (Portekizce ve İspanyolca gibi) Türkçe konuşulan ve Chavez gibi bir lider çıkarabilen bağımsız bir ülke bile olabilirdi.. Ne güzel olurdu Türkçe konuşan, samba yapan çikolata renkli dostlarımızın yanına tatile gitmek..

Oysa olmadı.. Amerika'ya Osmanlı hiç sefer yapamadı. Stajını Cezayir'de korsan olarak tamamladıktan sonra CV'si saray tarafından beğenilen ve Kaptan-ı Derya olarak donanmada işbaşı yapan Barbaros Hayrettin Paşa, Preveze Deniz Savaşı'nı 27 eylül 1538'de mütevazi kadırgalarla kazanmış olsa da, Avrupa Birliği'nin batasıca (Haçlı zihniyetli) gemileri, Cervantes'in (ilk roman olan Don Kişot'u yazan zat) de savaştığı ve kolunu kaybedip gazi olduğu 7 Ekim 1571 tarihli İnebahtı Deniz Savaşı ile Osmanlı Donanmasını yakmıştı.

Kadırgaların kaskosu olmadığı halde Venedik bi kıyak yapmış, ve onların verdiği altınlarla Seda Sayan'ın doğduğu semtte yeni kadırgaların yapılması için, ileride 2B kapsamına girecek ormanlardan çok ağaç kesilmişti. Tersane-i Amire'de üretilen gemilerin antik kalıntıları beş asır sonra tüpgeçit kazılarında ortaya çıkacaktı.

Taze donanma iki denizin sularının birbirine karıştığı ispatlanmış Cebelitarık Boğazı üzerinden Amerika'ya ulaşmak yerine, Afrika kıyılarını ve özellikle Fas ve Tunus'u yağmalamayı tercih etmişti. Bu seferlerde altın bulamayan (marines) Osmanlı deniz piyadeleri, o kızgınlıkla Halkü'l-Vâd Kalesi'ni komple yıkmıştı. Lağımcıların yerleştirdiği patlayıcılar, kontrollü olarak patlatılmış ve o koca kale ikiz kuleler gibi 10 saniyede yere inip enkaza dönmüştü.

Sırp asıllı Sokullu Mehmet Paşa'nın Sadrazam ve Kaptan-ı Derya olduğu ve devlet idaresini elinde tuttuğu dönemlerde Osmanlı donanması Akdeniz'de ciddi bir başka harekat yapmayacaktı. Donanma kah sefere geç çıkacak veya çıkmayacak, kah şöyle bir deniz havası alıp eve erken dönecekti. Bu durum huzursuzluklara neden oldu. Avrupalılardan saldırmazlık ve (Türklere karşı) yabancılara ticari imtiyazlar karşılığı büyük rüşvetler aldığı iddalarının gölgesinde, Sokullu'nun muazzam serveti dudak uçuklatıyordu. Özel mülkiyet ve miras hakkı (vakıflar hariç) söz konusu olmadığından, rüşvetle yapılan bu büyük servetten yağmalayarak payını almak için devletin bizzat kendisi bile memurunun ölmesini dört gözle bekliyordu. Kendi kendini yiyen bir mekanizma işlemeye başlamıştı: Rüşvet, Osmanlı'nın sonunu getirecekti.

Amerikan altınından pay alma umudunu yitiren Osmanlı, yönünü Kabe'nin doğusuna çevirmiş kadırgalar güneşin doğduğu taraftaki Hindistan'a yüzdürülmüştü. Uzakdoğu bölgesinde de Portekiz sömürgeciliği hakimdi. Ekonomik sistem olarak Avrupa kadar evrimleşememiş ve (Asya Tipi Üretim Tarzı) ATÜT'e benzer bir formda kalmış Osmanlı kültürü, sömürgeciliğe elverişli değildi ve Portekiz'e bu coğrafyada rakip olamazdı. Bu macera da böylece sona erdi. Buğday, baharat ve kumaş ticaretinde, kontrol edebildiği topraklarda söz sahibi olsa da, Osmanlı'nın altın peşindeki umutsuz maceraları uzak denizlerde hep hüsranla bitecekti.


Amerika'nın keşfinden önce, hammadde kıtlığı çeken Avrupa'dan zengin doğu topraklarına altının önlenemez göçü kıtadaki en ciddi sorun ve gelişimin önünde büyük bir engeldi. Coğrafi keşifler çağına kadar Bizans ve sonrasında Osmanlı, Avrupa ile iyi kötü ordularıyla baş edebiliyordu. Oysa Amerika'nın keşfinden sonra gelen değerli madenlerin Avrupa sarayları etrafında yarattığı zenginlik halkasının içinde toplanan, tarlada veya madende çalışmak zorunda olmadığı için boş zamanı bol olan, doğaya meraklı bilimci ve sanatçılar bilimsel ilerlemede patlama yaptı. Bu durum, yeni teknolojilerle üretilmiş yeni sanayi mallarının ticareti ile Avrupa'ya kaçan altınını fazlasıyla geri almak için büyük bir fırsat yaratacaktı. 500 yıl sonra da değişen birşey olmayacak, (doğu ülkeleri kendisi daha iyisini yapmayı beceremediği noktada) batının mallarını kalitesi için yüksek bedellerine rağmen tercih edecekti. Sanatçılar ise kültürel emperyalizm ile Avrupa mal ve kültürüne olan talebi hep canlı tutacak; pazarlama ve raklam faaliyetlerindeki üstün başarıları ile, savaşla bile elde edilemeyecek ülke pazarlarında kendi mallarının yolunu açacaklardı.

Gemiler dolusu altın ve değerli maden batı Avrupa limanlarına boşalmakta, Osmanlı akçesi ise darphanede içine daha değersiz metaller karıştırılarak devalüe(değer düşürme) edilmekteydi. Reel (harbi) geliri ve satınalma gücü düşen işçi sınıfı ise Taksim'in İstanbul'a su dağıtmaktan başka bir amaç için de kullanılabileceğini tartışmaktaydı..

Nereden çıkmıştı o kadar altın? Üretiminde siyanür kullanılmış mıydı? Sarayın çevrecileri ve faizsiz huzurlu kazanç peşinde koşan ekonomistleri de Haliç'ten Sadabad'a kürek çekerken bunu tartışmakta ve bu bağlamda kamuoyunda Haliç'in dibinde gömülü olduğu sıkça konuşulan tonlarca altını çıkartmayı teklif eden Japonlara en çok yüzde kaç pay verilmesinin caiz olduğunu hesap etmekteydiler.

Bu arada anatanrıçalar diyarı Anadolu'da (1591-1611 arasına) neler yaşanmaktaydı?
Ekonomik kriz en çok Anadolu'yu vurmuştu. Üretimin lokomotif şehirleri Bursa ve Konya'da tarlalarda sulama ve ot yolmaya ara verilmiş, bazı çiftlikler tarladan öküz çıkartmak zorunda kalmıştı. Tekstil de sıkıntı yaşıyor; ipeğe olan talepteki düşüşle ipekböcekleri kelebek olup parlayan ışıklara doğru uçuyordu.. Kriz "bişey" geçecek ama ne? diyen padişah, matematikçilerin teğet fonksiyonu ve türevi henüz bulamamış olmasından yana dertliydi.

1500’lerin sonunda Anadolu’da yağmalanmayan yerleşim birimi ve köy kalmamıştı.
1600’lerin başındaki "Büyük Kaçgun" döneminde reaya köyleri bırakıp dağlara, veya kalabalıklara karışabileceği büyük şehirlere kaçtı. Sırf bu döneme özel bi durum olmasa bile temel olarak kaleler, şehri resmi ve gayrı resmi yağmacı ordulardan korumak için yapılmıştır. Anadolu’da bu şekilde (Ankara ve Amasya kaleleri gibi) çok kale vardır.

Sultanahmet Meydanı'ndan Sarayburnu'na uzanan bloklardan oluştuğu ve Topkapı'ya ulaşmanın en hızlı yolunun tramvay olduğu halde adına halen Topkapı Sarayı denilen ve manzarası bugün otogarıyla meşhur Harem'e bakan taraftaki bina olan, Harem dairesinden Sarayı ve iktidarı elinde tutan padişahlar için, açlık ve yüksek vergilerle (ki bağ bahçe arasında biten ottan bile vergi alınırdı) boğuşan halk isyanlarını katliamla bastırmak (örnek Yavuz S.S.) bir gelenekti. Zaten sarayın derdi çoktu. Sefere çıkacak orduları organize etmek, Vilayetlerde tımar, has ve zeametlerin yandaş kapıkullarına ihale edilmesi, İstanbul'un iaşesi ve Kıbrıs davası ciddi sorunlardı. 1581 martında Mısır'dan kalkan buğday yüklü sekiz gemi, yarım milyonluk İstanbul'un, bir günlük yiyecek ihtiyacını ancak karşılayabiliyordu..

Avrupa'nın denizden batıya göçü; Anadolu'da karadan yapılıyor, İstanbul'a göçü atan kurtuluyordu. Anadolu'da ise her zamanki gibi bereketli topraklar kanla sulanıyordu.

Açlık, yüksek vergiler ve yeniçerilerin haraç zulümlerine karşı ayaklanan aileler arasında devletin iyi gözle bakmadığı Türkler ve Canbolatoğulları gibi Kürtler vardı. Bu Kaçış ile ovalardan tarıma elverişsiz dağlık ve ormanlık yerlere kaçanlar, merkezden olabildiğince uzakta kurdukları bu yeni yerleşim yerlerinde (örneğin Koylav -İkizdere) Ekşioğulları gibi soylu aileler kuracaklardı.

Büyük Kaçgun'a neden olan yağmacıların omurgasını Karayazıcı , Kalenderoğlu gibi Celaliler oluştursa bile, suhteler, leventler, sipahiler hatta devletin isyanı bastırsın diye gönderdiği yeniçeri ordusu bile, hemen hepsi geçtikleri köyleri yıkıp, yakıp yağmalamışlar, köylünün elinde ne varsa gaspetmişlerdi. Bir örnekte, Ankara şehri üzerine yürüyen Deli Hasan’a 9.600.000 akçelik bir fidye ödeyerek felaketten sıyrılmayı becerebilmiştir. İstanbul hükümeti Celali elebaşlarına rüşvet olarak beylerbeyliği ve sancakbeyliği payeleri dağıtarak soruna çözüm aramaktadır. Bu dönemde devlet idaresi ortalama bir hesapla Anadolu nüfusunun üçte ikisinin kaçtığını ya da ortadan kaybolduğunu görür ve avariz ödeyen hanelerin üçte bire inmesine boyun eğer. Bunun sonucu büyük bir pahalılık ve açlıktır.. İsyan ve yağma bir süre daha devam eder. Celali orduları on binlerce kişilik mevcudu besleyemediği zaman hareketlerden kopmalar başlar.. 1610 yılından sonra hareketler insan kaynağından zaafiyete düşünce, devlet öldürücü darbeyi indirir. Tarihi günce yazarları 60 ila 100 bin arasında Celalinin öldürüldüğünden söz ederler. Anadolu tarihi kan ve gözyaşı ile yazılmıştır..

Kuyucu Murad Paşa, Celali isyanlarını bastırırken ölüleri ve esirleri, kafalarını kestikten sonra kuyulara doldurması ile meşhur olmuştur. Deyim yerindeyse bu sadrazam, sahibinin elindeki zincire asılan salyalı bir pitbull gibiydi.. Kafalar yakın bir şehrin girişine asılır yada hediye olarak İstanbul'a gönderilirdi. Her kuyuya isyanın önde gideni "kapak olarak" atılırdı. Kuyucudan kaçıp kurtulmayı başaran "kapak olmaktan kurtuldu" diye anılırdı. Kuyucu'nun sadizmi ve nefes alır gibi cinayet işlemesi devşirme Osmanlı ekabirinden olmasına ve devşirildiği için Anadolu'nun yerlisi Türk ve Kürtlere diş bilemesine bağlanır.

Sonuçta devlet gücünü yine göstermiş ve Büyük Kaçış, Büyük Katliamla bitmiştir. Ölenlerin sayıca çokluğu nedeniyle mevcut camiler cenaze namazlarına yetmemiş, daha büyük bir camiye ihtiyaç duyulmuştur. Sultan Ahmed Camii'nin yapımına başlanması da işte bu büyük Celali hareketinin bastırılmasını simgeliyordu.

Osmanlı Devleti bundan sonra duraklama ve durulanma devrine girecek, gerileme döneminden önceki lale devri ise melankolik Osmanlı gençliğinin batı hayranlığının filizlendiği dönem olacaktır. Daha önceden de Ceneviz ve Venediklilere verilen ticari imtiyazlar, Fransız ve İngilizlere(1838 Ticaret Anlaşması ölümcül darbeydi) de verilecek; bu durum Osmanlı'nın yerli sanayisini baltalayıp ekonomik iflasına neden olacaktır. 1881'de gelirlerininin tahsilatını Avrupalı tefecilere bıraktığı Düyun'ı Umumiye'nin kurulması Osmanlı için yolun son virajı oldu.

Bugün de ülkeleri borçlandırarak iflas ettirme taktikleri uygulanıyor.
21.Yüzyılda küre iyice ısınsa da dünyada pek değişen birşey yok..

7 Mayıs 2009 Perşembe

marDİN VAHŞETİ

ne oluyor bize?” demiş Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu.
karıncayı incitmeyi, kuş yuvasını bozmayı bile insanlığın mürüvvetine aykırı gören bir dinin mensubu olduğumuz halde bu vahşetleri yapıyor olmamız gösteriyor ki bir yerde yanlış yapıyoruz” demiş. Bu sözlerde sadece bir yerde yanlış yaptığımız doğru. Çünkü sözlerde doğru adresin din olduğunu, orada “kibarlık”,“hoşgörü” ve insan hayatına saygı olduğunu iddia ediyor. Bunu yaparken de karıncayı örnek veriyor. Şüphesiz ki bu da bir başka BÜYÜK YALAN.

Tarihteki tüm vahşet ve dramlar sizin yüzünüzden yaşandı ey din adamları! İnsanları bu dünyadan soğutmak için elinizden gelen her şeyi yaptınız. Aydınları din adına, yaradana yaranmak adına az mı katlettiniz?. Gerçekleri yazmaktan başka bir suçu olmayan Turan Dursun'u kim vurdu? Dürüstlüğünün bedelini canıyla ödedi. Halka gerçekleri anlatmak uğruna can verdi. Oysa rahat yaşamak uğruna gerçeği saklayabilirdi. Sivas'ta, Maraş'ta öldürülen insanları ne çabuk unuttunuz? Börtü böcek, gül, şelale fotoğrafları ne kadar güzel değil mi? Ne kadar masum, ne kadar dokunulmaz bir kurum şu Din. Perde arkasındaysa acımasız vahşetin fotoğrafı var. Bu yalan sözleriniz de işte bu suçluluk psikolojisinin bir ifadesi.

Siz, toplu hayvan katliamı olan Kurban'ı bayram yapan, kan akıtmayı ilahi emir olarak telakki eden insanlar olarak; hangi karıncayı incitmemekten bahsediyorsunuz?
Tan vakti ezan sesinden korkan kuşların yuvasını bozmamaktan da bahsedemezsiniz. Konu insan katliamı olduğunda başka canlı türlerinden örnek vermek de yersiz zaten. Ama canını almaya can atmadığınız, canını bağışladığınız bir aydın yok ki örnekleyesiniz. Sonra gelsin karınca, uçsun kuş, aksın şelale, gökyüzünde yıldızlar.. Din yüzünden huzursuz olan ruhumuzu bir türlü DİNlendiremiyoruz..

Tarihte ne kadar çok din adına vahşet yapıldı bunları görmeyecek kadar hafızadan yoksun musunuz? Öyleyse size Prof. Ünvanını kim ve neden verdi? Cehaleti besleyen ve silahlandıran bu gerici kafa değil mi? Akıl ve bilim düşmanı insanları sizler ve bu zihniyet yetiştirmiyor mu? Köy Enstitülerini kapatan da bu kafa değil miydi? Kız çocuklarını okutmak için burs veren vakıflara neden terörist muamelesi yaptınız? Mardin Valisi nasıl olur da "kızları ayrı okullara gönderelim" diyebilir!? Hem bu katiller okula gönderilmemiş kız çocukları mı ki? Atatürk'ün kurduğu laik Cumhuriyeti beğenmeyen "ikinci (numaracı) cumhuriyetçiler", cehaleti besleyen, ondan nemalanan gerici ideolojinizle bu katliam sizin eserinizdir!. Tuttuğunuz yol ülkeyi daha büyük karanlıklara götürecektir. Halka okul, hastane, fabrika vereceğinize; imam, cami, sadaka ve silah verdiniz. Evet. Katiller korucuymuş, silah ve cephaneyi devlet vermiş. Bu töre'rizmi devlet finanse etmiş olmuyor mu?. Binlerce mermi ne için verilmiş? Orası vahşi batı mı? yoksa vahşi doğu mu?

İşin ilginç bir diğer yanı, köyün çiçeği burnunda imamı namazı eda ederlerken vurulmuşlar. Tam 47 insan. Bu bir toplu katliam bir sülalekırım. Yazık. Ey Yüce Yaratıcı!, pek çok vahşete olduğu gibi buna da neden seyirci kaldın? Neden karışmadın? O masum zavallı sabilerin suçu neydi? Eğer cennete gideceklerse bu 80 sene acı, yokluk ve açlıkla sınadığın insanlara haksızlık değil mi? Eğer cennet de kat kat ve orada da kimi ayrıcalıklı ve avantajlı ise oranın bu dünyadan ne farkı var. Sömürü düzeni ilahi emir mi? İlahi adalet kölelik düzeni mi?

Diyanetin başının sözlerini çok anlamlı imiş gibi sürmanşete taşıyan Hürriyet gazetesine ne diyelim? Bunu yaparken din'in iktidar ile sermayeyi birleştirici rolünü mü düşünmüş? Bu manşet tek taraflı yakılan bir barış çubuğu veya uzatılan bir zeytin dalı mı?



Vahşeti azaltmanın yolu din mi Sn. Bardakoğlu?. Öyle ise Hizbullah’ı Hamas’ı, Arabistan ve İran'daki şeriatçı infazları nereye koyacağız? Cihat kültürü ile karıncayı incitmemeyi nasıl aynı kefeye koyabiliyorsunuz?

Ey Sn. Prof. A. Bardakoğlu!.
Bu kan sizin elinizde. Bunun sorumlusu sizlersiniz. Hayatta hiçbir şey eyleme geçmiş cehaletten daha korkunç olamaz. Recim cezası, el kol vs. kesme olan kısas, kılıçla kafa keserek idam... ve cihat kültürü.. işte bu eyleme geçmiş şeriatın yani cehaletin vahşi uygulamaları değil mi. Karıncadan, kuş yuvasından kanlı vahşi ellerinizi çekin. sistematik bir vahşet kültürüdür din.

Yüzyıllar boyunca yağma ve ganimetin adı cihat olup kutsanmıştır.
İnsanlar cepheye ve ölüme gönderilirken şehit olup cennete gideceklerine inandırılmışlardır. Bunların organizatörleri din adamlarıdır. Rahipler ve imamlardır. Bu proje köleci ve kapitalist sömürü düzeninin bir parçası olarak uyum içinde yürütülmüştür. Gelecekte de aynı dinler tüm savaş ve vahşetlerin; katliam ve zulümlerin sabit sebebi ve yılmaz destekçisi olma fonksiyonunu “ilahi” kaynaktan aldığı manevi güç ve vergilerimizden elde ettikleri mali rantla emperyalist yeni dünya düzeninde sürdürecektir.

Ey Bardakoğlu!, İnsanlık adına, üretme ve adil paylaşım adına, eğitim ve sağlık adına, bilim ve teknolojik ilerleme adına ülkenizin hür ve güçlü geleceği adına bir projeniz var mı? Hiç oldu mu? İnsanlık için ne yaptınız? Dün, bugün ne yaptınız? Yarın ne yapacaksınız? Soruyorum size ve şahsınızda tüm dinci rantiye sınıfına soruyorum. Din, dürüstlüğü emretmez mi? Bunca din adına yapılan vahşet ortadayken ne karıncası? Hangi kuş yuvası? kimi kandırıyorsunuz? Amacınız nedir? Neden varsınız?

Vergilerimizden nemalandığınız büyük rantın üzerinde oturduğunuz yerden, yalan dolan konuşmaktan, iki damla timsah gözyaşı dökmekten utanmıyor musunuz? Size hakkımızı helal etmiyoruz. Yazıklar olsun..

Ey kanla beslenen işbirlikçi ve gerici rantiye!, mabetlerinizde ettiğiniz ibadetler, boğazınızdan huzurlu bir lokma geçmesini sağlıyor mu? Yoksa, bu kadar yalan artık yeter! diye vicdanınızın derinliklerinden cılız da olsa kulağınıza gelen bir ses duyuyor musunuz?
Duymuyorsanız haykıralım: Katliam emrini "ŞIH MEHMET" vermiş!.
Şeyh hazretleri kimseyi sağ bırakmayın buyurmuş, müritler de gereğini yapmışlar.
Her zamanki gibi sorgulamadan.. Kör inançla.. İtaatle.. Cehaletle.. İmanla.

2 Mayıs 2009 Cumartesi

KARGO KÜLTLER


Richard Dawkins Tanrı Yanılgısı (God Delusion) isimli kitabında hristiyanlık eleştirisi yaparken, İsa'nın muhtemelen hiç yaşamamış olduğundan, bu dini siyasi ve ekonomik amaçları uğrunda halkı kandırmak için kullanan çıkar guruplarından pek bahsetmemiş. Bir ingiliz asilzadesi olduğundan bu anlaşılır bir durum. Fakat dinin sömürüye alet olma fonksiyonundan bahsetmemiş olması ciddi bir eksiklik.. Öte yandan bazı yerlerde gerçekten öğretici örnekler ve sürükleyici bir dil kullanımış.
Dinin kökeni bölümündeki "KARGO KÜLTLER" konusu oldukça ilginç ve eğlenceli.
Yakın geçmişten yeni dinlerin ortaya çıkış örneği olarak bu bahsin üzerine düşünmek gerek. Peki "cargo cult" nedir??


Kısaca bahsetmek gerekirse; Pasifik Malinezya ve Yeni Gine'de yerlilerinin beyaz adamın geliş ile birlikte ilk kez gördükleri kargo sandıklarından çıkan, onlara göre ileri teknoloji ürünü eşya ve araç gerece tanrısal bir anlam yükleyen inançlarına Kargokült deniyor.

Arthur C.Clarke'ın üçüncü ilkesi "Yeterli düzeyde ilerlemiş herhangi bir teknoloji büyüden ayırt edilemez" ifadesinde vücut bulan durum ile bu yeni dinlerin ortaya çıkmasını açıklayabilir. Eric von Danaiken'in kitaplarında dünya dışı varlıkların eski uygarlıklara göründüğünü ve onları etkilediğini bu etkinin inançlarını yönlendirdiğini söylerdi. Bunun gibi "Miraç" mucizesi iddiası da bu teoriyle açıklanabilir belki.
Yerlilere dönelim. Ada halkı beyaz adama uçaklarla gelen kargonun tanrılar tarafından gönderildiğine inanıyor, eğer beyaz adamın sözüne itaat eder, emirlerini yerine getirirse tanrıların daha güzel ve hediyelerle dolu kargolar göndereceğine inanıyordu..

David Attenborough, ada yerlilerinin bu inanışının arkasında yatan gerçeğin biraz da beyaz adamın davranışlarından kaynaklandığını söyler.. Beyaz adam kargo kültünü inanış haline getirebilecek ayinsel davranışlar içerisindedir; “uzun direkleri tellerle sabitlediler; ışıkta parlayan kutuların üzerine oturup bir şeyler dinlediler ve tuhaf gürültüler yayıp boğulurcasına sesler çıkardılar; yerel halkı birbirinin aynı kıyafetler giymeye ikna ettiler ve onları bir yukarı bir aşağı uygun adım yürüttüler; ki bundan daha gereksiz bir uğraş üretmek neredeyse imkansızdır. Ve akabinde yerli halk gizemin cevabını tesadüfen buldu. Beyaz adam bu anlamsız eylemler, yani ayinleri kullanarak tanrıları bu kargoları göndermeye ikna ediyordu. Eğer yerli halk kargo istiyorsa, o halde onlarda aynı şeyi yapmalıydı..”

* * *
İşin daha da ilginci beyaz adamın gittiği ve yerlilerin birbirinden haberdar olmadığı diğer adalarda da birbirlerinden habersiz olarak aynı durum yaşanıyordu. Bunlardan en ilginç olanı John Frum kültü olarak bilinen "Vanuatu" olup halen geçerliliğini yitirmemiştir. Bu dine mensup insanlar her yıl 15 Şubat'ta John'un büyük bir kargo ile döneceğini düşünmekte ve karşılama ayinleri yapmaktadır.
Kargonun uçakla geleceğine inanan yerliler bir araziyi çalılardan temizleyerek, bambudan imal edilmiş kontrol kulesi ve trafik hava kontrolörleri için tahtadan kulaklıklar yaptıkları bir havalimanı inşa etmişler. Orada bugün de John Frum adlı mesihi bekliyorlar!.
*Fotoğrafta kargo getireceklerine inandıkları uçağın inmesi için inşa ettikleri alan daha da inandırıcı olsun diye kuru dallar ve samandan yaptıkları taklit uçakları görebilirsiniz.

Bu dini incelemek için adaya giden bir antropolog, mesih John'a inanan Sam isimli yerliye şu soruyu soruyor:
"Kargonun geleceği söylenen tarihinden sonra 19 yıl geçti. ama John Frum ve söylediği kargosu hala gelmedi. On dokuz yıl, beklemek için çok uzun bir süre değil mi?"
Sam yanıt verir: "Eğer sen, İsa'nın gelmesi için iki bin yıl bekleyebiliyorsan ve o gelmiyorsa, o halde ben de John için on dokuz yıldan fazla bekleyebilirim"

İşte dinlerin oluşumu ve inananların beklentilerinin kolay kolay neden bitmediği böyle birşey işte..

B. OBAMA

Dünyanın yeni kralı seçildi. Acaba bu umut verici bir gelişme mi?

Dünya bir satranç tahtası ve bu oyunu oynayabilenler beyazla oynadıkları oyunu siyah taş ve piyonlarla da oynayabilirler. Vezirin rengi siyah olsa da sonuç değişmez.
Asur kralı: "ben tanrıların çobanıyım" demiş. Halkını da kendi egosuna tutsak etmişti.
Tarihte çok savaş yapıldı ganimet va yağma için. Kazananların bugüne kadar iktidarını taşıdığı söylenebilir. Kaybedenler ise, cennete gideceği yalanına inandırılan ve ölüme korkmadan giden insanlardı.. Tıpkı oyunu kazanmak için feda edilen piyonlar gibi..

* * *
İşte yeni bir üst düzey memur seçilmiş. Dışı siyah içi beyaz biri. Güzel kaval çalan bu çoban kimin için çalışacak? hangi tanrının çobanı olacak? Burada seçimle yenilenen tanrı değil, icra kurulu başkanı. İşi zor. Halkına ödetilecek ağır bir borç yükü faturası var elinde. Önümüzdeki dört yıl tahsildarcılık yapacak.. Bu restorasyon döneminde son körfez savaşının galibi olan şirket ve taşeron kurumların tahsilatları hız kazanacak. Zira son dönemde o kadar borçlandırıldı ve köleleştirildi ki halklar, sistem neredeyse kendi etini yiyen bir canavara dönüştü. Ekonomi tenceresi öyle kaynadı öyle ısındı ki, acilen altı kısılmazsa yanacak ve dibi tutacak.
İngilizce tabirle "cool down the economy" dedikleri bu dönemde durgunluk ve işsizlik zincirleme olarak artarken, karlar azalacak yatırımlar duracak. Bu dönemin özelliği, Arabistan'daki (Kureyş gibi) kabileler arasındaki kutsal "üç aylar" gibi yaraların sarıldığı bir "barış dönemi" formatında geçmesi, toparlanmadan sonra ise yeni yağma ve ganimet saldırıları ile gaza basılacak olmasıdır.


(umut mu?)
* * *
Çobanın güzel kaval çalması da sağılacak koyunların süt verimini artırır belki. Bir sonraki seçimde yeniden seçilme şansı yok. Sonraki dönem İran ve Venezüella'ya "özgürlük" götürüleceği yeni bir canlanma dönemi olacak. Barış bir amaç değil, savaşlar arası geçici bir dönem olarak yaşanır emperyalizm egemenliğinde.

"Hep aynı her şey aynı yalnız kişiler farklı.."
(Kasım 2008)

DİN VE AHLAK

İnanç cehaletin öbür adıdır. Cehaletin olduğu yerde her türlü ahlaksızlık, hukuksuzluk ve vahşet olur. 8 yaşında evlendirilen kız çocukları, dinden çıktığı için kafası kesilerek idam edilenler, bilim düşmanlığı insan hakları ihlalleri vb. gibi.
H.Üzmez vakasını hatırlayalım.. "Ben Allahtan korkan bir insan olmasam işini bitirmiştim" diye ateistleri dolaylı olarak ahlaksızlık yapma potansiyeliyle suçlayabiliyor. Oysa ateistlerin çocuk taciz ettiği bir vaka tarihte görülmüş şey değildir. Onlar eğitim ve zeka seviyesi yüksek, bilim ve sanatta ilerlemiş insanlık ve ülkesi için üreten, yaşayan her canlının yaşama özgürlüğünü "tek hayat" "tek dünya" felsefesi ile savunan insanlardır.

Don Juan öğretilerinde geçen bir konuşmayı anımsıyorum.. Kızılderili şifa niyetine bir bitkiyi kopartırken ona şunu söylüyordu: "Bir gün ben de toprak olacağım ve bedenim sana besin olacak, ama şu an sağlığım için senden birkaç yaprak almaya ihtiyacım var.."
Ne demişti? Ha evet "allahtan korkmuş" evet o korkanları görüyoruz. Arabistan'da 8 yaşında kızı evlendirilmesine onay veren şeriat mahkemesi mi? yoksa sosyalizmin çöküşü ile işsiz ve aç kaldığı için bedenini satmak zorunda kalan üniversite mezunu yetişkin kadınlar mı? Hangisi daha feci?

* * *
Elbette ki çocuk istismarı büyük bir günahtır ve bunun dinen caiz kabul ediliyor olması da aslında tanrıya bir hakarettir.
Oysa onlar öyle namusludur ki saçlarının telini göstermezler "namahrem"dir. Uyanın ey millet!. İslam'ın ilk uyguladığı dönemdeki örnekler ortadayken, bugün siyasi sembol olan türban veya çarşaf, temeldeki bu gerçekleri örtemez. Ancak hep aydınlara iftira atarak kendilerine temize çıkartırlar. Cehaletin kendini en güzel ifade yolu iftiradır. H.Üzmez biz de onu üzmeyelim.. der ve onun kabahatli olsa bile Allah yolunda mücadelesinin cinsel güçle mükafatlandırılıdığına kadar varabilen korkunç savunmalar yaparlar. iftira, gerici felsefenin ahlaksızlığının sadece tipik bir örneğidir. Cennet kurgusu ve orada vaadedilen limitsiz fuhuş ahlaksız tekliflerin en büyüğüdür. Bu teklife evet demeyi nasıl vicdanınıza ve onurunuza kabul ettirebiliyorsunuz?

Bu ahlaksızlık ve çocuk istismarları ile de kalmaz inanç. Kendi emelleri için her türlü hileyi meşru ve hak görür. Zira onlar allahın sevgili kullarıdır ve hem bu dünyada hem de ahirette en güzel rızık ve nimetler onlarındır. Evrensel hukuku hiçe sayan uygulamaları ve bilim düşmanlıklarını bugünkü icraatlarda kolayca görmekteyiz. Onlar servetlerine ölçüsüzce servet katmayı ve ezbere ibadeti icra ederken; diğer taraftan cevaplarını google'dan dahi bulabilecekleri sualleri rab'lerine sorup, şifayı Cleveland'da modern tıbbın cihazlarının ve gayrimüslim doktorların kolarına bırakırlar..

* * *
Modern kölelik asgari ücretli çalışan veya işsiz kitle için devam etmekte ve dinciler bu durumu tanrının sınavının bir parçası olarak görürler. Onlar için sadaka bir sosyal adalet mekanizmasıdır. Yaratıcı kimini kimine, erkeği kadına, efendisini köleye üstün yaratmış ve en güzel rızıklarından vermiştir. Bu konuda bir de Ayet verelim: "Allah hiç bir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile, katımızdan kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve aşikar olarak harcayan bir kimseyi örnek verir. Bunlar hic EŞİT olurlar mı? Hamd Allah'a mahsustur." - Nahl:75
Kuran'da köleliğin yasaklandığına dair hiç bir ayet yoktur..
Olamazdı da. O dönem Arabistan coğrafyasında köleci ekonomik sistem olduğundan; savaşla elde edilen yağma, ganimeti ve köle ticareti ekonominin temel lokomotifiydi. Köle, bir meta bir "medium of exchange" değişim aracı idi. Dinin temelinde ahlaksız emperyalist sömürü düzeni ile pek güzel bir uyum gözlenmektedir. Diğer kitaplı tek tanrılı dinlerde de böyledir.. Latin Amerikada sömürgeciler toprakları, üzerindeki yerliler ile alır satarken, buna isyan eden (zorla hristiyanlaştırılmış) bazı zavallılar, cennette de hristiyanlar olduğu gerekçesiyle cehenneme gitmeyi tercih ediyorlardı. Din tüm sömürü düzenlerinin, (gücünü ilahlardan alan) temel kolonu olarak bütün ihtişamı ve dokunulmazlığı ile dimdik ayaktadır. Halklara büyük yalanlar söyleyen otoriteler, elbette ki bu yalanın da rantını sonuna kadar yiyecek, büyük memurları ile gittikleri sömürge ülkelerinde mabetlerin ihtişamını vurgulayan turistik ziyaretler yapmaktan vazgeçmeyeceklerdir. (İslam'ı düşman ilan eden bir ülkenin başkanı, Sultanahmet Camii ziyaretini neden yapar? işte budur.)



* * *
Kandırılmışlıkları ile sömürü düzenine boyun eğen çoğunluğun, "inançlara saygı" temelinde hayatın her alanına arsızca sokmak istediği sembol ve ritüellere karşı, zavallı aydın azınlığın kendini koruyabileceği, aklını korumak için sığınabileceği tek bir liman yoktur aslında. Zira inançlar saygı beklerken buna katılmayanlar kelle koltukta gezer; "Ben sana saygı duymuyorum, hatta fırsat bulsam canını almak istiyorum" diyen inanca karşı, bir ateist: "bana saygı duymuyorsun, yaşama şansı tanımıyorsun ama benden saygı bekliyorsun öyle mi?" bile diyemez. Kuran şeriatı dinden çıkan ve inanmayanlara, ayrıca da başka dinden olanlara ölüm emri vermiştir. Burada bir ilgiç ayrıntı; Şeriatçı bu dünyada gericiliğe karşı duran aydını infaz ederken, aslında ahiretteki hesaplaşma anını erkene almakta ve işini şansa bırakmamaktadır. Bir yerde de aslında Allah adına karar veren bir yargıç ve cellat olmaktadır. Türkiyede katledilen Turan Dursun, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Onat Kutlar gibi aydınlar, kapatılan siteler, dava edilen ve yasaklanan kitaplar bunun ispatıdır...

* * *
Bunun aksini iddia edenler, laik bir ülkede özgürlüklerini yaşarken diğer yandan da muhtemel cennetten olmaktan korkan ikiyüzlülüğü elden bırakmayan hainlerdir. Onlar; Araplar yanlış yapıyor İslam bu değil derken onlara Kuran'ın emir ve yasaklarını, peygamberin hayatını örnek vererek kafalarına göre İslam uyduramayacaklarını hatırlatmak istiyoruz. İslam'ın doğrusu Arabistan'da bugün yaşandığı gibidir. Zira Muhammed Türk değildir. Mekke, Medine ve Kabe Anadolu'da değildir, Kuran Türkçe yazılmamıştır. Hal böyle iken onlar yanılış yapıyor da, siz mi daha iyi biliyorsunuz İslam şeriatını? diye sormak ve akla davet etmek gerek.
* * *
Ey inananlar! Durun daha bitmedi..
Şimdi size ahlaksızlığın kralını anlatacağım.
Düşünün, bir ateist bilim insanını.. tüm hayatı laboratuvarda geçecek. Mabede hiç uğramayacak. İnsanlara şifa olacak aşı ve ilaçları bulmak için tedaviler geliştirmek için çalışacak. Ama bilimin peşinden giderken allah'ı tanımayacak olsun. Ama bulduğu ilaçlar milyonların hayatını kurtaracak. Evlatlarının bebeklerinin ölmemesini sağlayan bu insana minnet duymayacak mısınız ateist olduğu için. Aranızda kelle koltukta mı gezecek?
H.üzmez günahını çektikten sonra cennete gidecek de bu adam sonsuza kadar cehennemde yanacak öyle mi?
Hayali bir cennet uğrunda ibadet eden, vaktini sahte bir ödül için ziyan eden, insanlık ve ülkesi için çaba sarfetmeyen insan elbette ki ahlaksız bir spekülatör olarak nitelendirilebilir.
Sen hayatın boyunca okumayacaksın, bebeğinin sağlığını cehaletin ve sorumsuzluğunla riske atıp tedavisini (o da mecbur kaldığında) doktorlara emanet edeceksin, eğitimini sadece okula bırakacaksın. Ona hiçbir şey katmayacaksın. Hayatın namaz ve oruçla geçecek. Kuranı arapçasından bol okuyup, başındaki bezi iyice sıkacaksın da cennet seni bekliyor olacak öyle mi? İnsanlık için emek harcamayan, çaba sarfetmeyen, birşey üretmeyen bir insan, hayatı ibadetle geçip cennete gidecek de, ateist bilim adamı cehenneme gidecek öyle mi? İşte bu düpedüz ahlaksızlıktır.
Evet evet bütün islam aleminden bir değerli marka (örneğin Sony) çıkmaması, iyi bir bilim adamı çıkmaması, tüm 1,5 milyarlık islam alemindeki bilimsel üretimin %95'inin tek başına (sırf laik olduğu ve türbanı kampüse sokmadığı için) Türkiye'den çıkması size birşey ifade etmiyorsa işte bu düpedüz ahlaksızlığın kralıdır..
Din, en zararlı ve beyin öldürücü madde bağımlılığıdır.
Fakat hasta olduğunu kabul etmeyen, tedaviyi reddeden insan şifa bulamayacaktır. Bağımlının oyu da her zaman torbacıya gidecektir.
* * *
Diğer taraftan dürüst ve onurlu insanlar, akıl ve zekalarının bilimin ışığında kendilerini götürdüğü özgürlük mertebesine: ateizme ve sosyalizme ulaşırlar. Orada hayali çıkar hesaplarına, süper vurgun vaatlerine, ol deyince olacak sayısız lüks ve zevkle dolu uydurma cennetlere ve akli kandırılmışlığa yer yoktur..

TANRI VE KADER

Dünyayı yaratan (smart) zeki bir tanrı varsa ona sorulacak çok sorumuz var. Bu kadar rezil bir dünyayı nasıl yarattığını, çocukların istismar edilip cinayete kurban gitmelerinin (varsa mantıklı bir) sebebini. Dünya savaşları ve Ruanda gibi katliamların neden yaşandığını sorardım. Kader var olduğuna göre bunların bir açıklaması da olmalı. Fakat maalesef bu sorularımı sorma fırsatı bulamayacağım. Zira insanları cennet ve cehenneme gidecekler diye kategorize edecek kadar zekası olan bir tanrı, o zeka ile kainatı yaratamazdı. Nitekim insanın hayal gücü ürünü olan tanrı aynı zamanda da çoğunluğun inandığı bir büyük yalandır. Eric Fromm'un dediği gibi dinlerden özgürleşmek bize öteki dünyayı kaybettirmiş olsa bile bu dünyayı kazandırmıştır. İşte bu yüzden asla şeriatla yönetilen bir ülkeden çıkamayacak bilim insanı, sanatçı, edebiyatçı, sporcu vs. değerler ancak özgür aklın hakim kılındığı laik ülkelerden çıkmaktadır.

* * *
Dini insanın elinden alırsak yerine ne koyacağız diye sorulur.
Cennet hedefinin yerine ne koyacağız? Öncelikle belirtmeliyim ki vicdan'ın kaynağı din değildir. Sosyal adalet ve refahın adil paylaşımı, bilimsel ilerleme ve toplumsal kalkınma, bireysel hak ve özgürlükler, evrensel hukuk ve insan hakları acaba yeterince değerli ve yüce hedefler değil mi? Ya da iyiliği ve kötülüğü akıl, vicdan ve evrensel hak ve hukuk temelinde algılayamaz mıyız?

* * *
Tanrı varsa insanoğlunun yarattığı her güzel şey bir yalandır.
Adalet, bilim, edebiyat, sanat, moden hukuk ve evrensel insan
hayvan ve çocuk hakları, çevreye saygı birikimi işçi hakları ve
köleliğe karşı kazanılan mücadele gibi. Çünkü bunların tamamı
tanrı yanılgısını farkındalığı ile yaratılmıştır. Eric Fromm'un dediği gibi:
"Tanrı yanılgısını farketmek ve öteki dünyayı kaybetmek bize bu dünyayı kazandırır"

* * *
Şeriatla yönetilen ülkelerden hiç bir zaman bir bilim adamı, edebiyatçı,
sanatçı veya sporcu çıkmaması, Sony gibi değerli bir marka yaratıp,
iyi bir TV veya bilgisayar gibi zeka ve emek gerektiren ürünler üretememeleri
de işte bu kahredici ahiret inancının bu dünyayı geçici gösteren ve üretme
ve yaratma eylemlerini baltalayan garip doğasındandır. El ele tutuşan bir çift,
şarkı söyleyen biri, fotoğraf çeken bir doğasever, şarap ve şiirle kafa bulan
bir başkası veya namaz kılmak yerine deney/araştırma yapan bir bilimci gibi.
Bunların şeriatta saygı duyulmayacağı ve kabul görmeyeceği gerçeği,
Tanrı'yı da yaratıcılık ve özgürlük düşmanı, akıl ve mantık yoksunu gaddar
ve intikamcı bir yapıya büründürüp çekilen tüm acı ye yoklukların, savaş ve
sömürülerin bizzat mimarı ve destekçisi konumuna sokmaktadır. Evet.



* * *
İkisinden biri yalandır. Ya insanın yarattığı merhamet, paylaşım, sağlık için aşı, ilaç ve herkes için hukuk, sanat bir yalandır.. ya da Tanrı'nın bizzat kendisi.
Eğer var ise, ona ilk soracağım Ruanda'da 94'te yaşanan vahşetin kader(*)
olmasını nasıl içine sindirebildiği. Olanlara karşı sessiz ve duyarsız kayıtsızlığını
nasıl açıklayabileği.. veya 4 yaşında bir çocuğun tecavüze uğrayıp da sonra vahşice öldürülmesinin nasıl bir kader olduğunu açıklamasını istemek olurdu..
Savaş ve acıların, çocuk istismarının, sömürü ve hainliğin olduğu bir dünyayı yaratmakta nasıl bir mantık içinde olduğunu, kendisinden beklenilen kulluk ve ibadetlerin, ve cennet vaatleriyle yapılan bir ibadetin nasıl ahlakla örüşebileceğini sorardım. Cehennem korkusuyla fenalıktan sakınmanın da bir tür yatırım amaçlı spekülasyon ve insan onuru ve vicdanıyla bağdaşmayan birşey olduğunu görmezden gelen inanırların, 50 rekat yerine 5 rekat için yapılan pazarlıkların her şeyi bilen ve gören o yüce yaratıcıya yakıştırılmasından rahatsız olup olmadığını da Tanrıya sormak elbette ki hiç bir zaman mümkün olmayacak.

* * *
Çünkü Tanrı'yı yaratan insandır. Ve bazı sahtekarların kendi çıkarları doğrultusunda onu ne kadar ustaca kullandıklarını görmek ibret vericidir. Ganimet için savaşa gönderilen bir insana ölürse şehit olup cennete gideceğini söylemek acaba savaşa katılımı ve ölü sayısını ne kadar artırmıştır tarihte? Din, insana yapılmış cazip bir tekliftir. Teklifi yapan Tanrı'yı ise, yaratan yine insandır. Ve bu sistem, tarih boyunca çok can almış, çok sömürüye sebep olmuş olmasına rağmen tepkisiz ve işbirlikçi halklar yaratmıştır..

Evet tanrı varsa onurum ve şerefimle cehenneme merhaba diyeceğim.
Tıpkı katledilen binlerce aydın gibi. Tıpkı Turan Dursun gibi diyorum ki;
"Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim?
yoksa halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım?"

İşte aydın sorumluluğu ve onurlu tavrı budur.
Ve ben bunu hiç bir sahte cennete değişmem.


(*) kader. Bu kelime köken olarak Latince "cadere" kelimesinden gelmiştir.
Anlamı İngilizcede "-to fall" Türkçede "düşmek" demektir.
"fall in love" yani "aşka düşmek" anlamında olduğu gibi. Sen benim kaderimsin, kısmetimsin sözlerindeki gibi. Peki düşmek ile kader arasındaki bağlantı nereden geliyor? Muhtemelen şöyle; eski zamanlarda geleceği görmek için krallar büyücüleri kullanırdı. Onlardan yakında savaş çıkacak mı? çıkarsa kim kazanacak?. gibi geleceğe dair tahminlerde bulunması beklenirdi. Büyücülerin yöntemlerinden o zamanlar en yaygını, bir kaptan çeşitli kemik parçalarının yere rastgele atılması ve kemiklerin yerdeki rasgele dağılımlarından bir yorum geliştirip, bir tür fal bakmaları ve böylece geleceği tahmin etmeleriydi. İşte kader, o kemiklerin yere rastgele düşmesi oluyor, yoksa önceden yazılmış ve değişmez bir alınyazısı anlamında değil, şans anlamındadır kader.