31 Ağustos 2009 Pazartesi

AÇILIM DEPREMİ

Büyük Marmara Depreminin 10. Yıldönümünde, İzmit'te, Irak'ın idam edilen lideri Saddam Hüseyin'in depremin ardından Irak Kızılayı aracılığı ile yaptığı 10 milyon dolarlık hibe ile depremzedeler için inşa edilen 237 konutun bulunduğu bölgede olaylar çıktı. Seksen kadarına vali yardımcıları, Emniyet ve kamu kuruluşları müdürlerinin yerleştirildiği deprem konutlarına yine bir bürokrata ait eşyaları getiren kamyonu içeri almayan depremzedeler ile polis arasında arbede çıktı. Sabah görevlerine gitmekte olan vali yardımcıları ile kamu kuruluşlarının müdürleri sözlü tacize uğradı. Kocaeli Valiliği'nin, "süreniz doldu" diyerek polis zoruyla boşalttığı binalara vali yardımcıları, Emniyet Müdürlüğü ile ve kamu kuruluşları yöneticileri yerleştirildiği öğrenildi. Haklı tepkinin sebebi buydu.
Fakat her zamanki gibi "kendisine dokunulmadığı sürece" her haksızlığa sessiz ve seyirci
kalan insanlar, sıra kendine geldiğinde onu destekleyecek kimseyi yanında bulamaz.

Depremzedeler bürokratlara "Gece rahat uyuyabiliyor musun? Biz uyuyamıyoruz..
Utan utan, size ev mi yok? Bu evler depremzedelerin!
” diye bağırdılar.



Ramazana günler kala depremzedelerin bu konutlardan atılması günah değil midir?

***100 günahı silen dua..
Az sonra..
***

Saddam kimdi? Amerika'nın satın alamadığı, darbe veya suikastle işini bitirip yerine bir işbirlikçi kukla lider geçiremediği biriydi. (Bkz. Özgürlük yazısı) Savaş, işgal için son çareydi. Baba Bush'un yarım bıraktığı işi, bin bir yalan ve dolanla kamuoyu oluşturan Bush ibn-ül Bush bitirecekti. Saddam son nefesini darağacında verirken onun bağışları ile yapılan deprem konutlarında hala depremzedeler ikamet ediyordu.

Oysa bugün Amerikan işbirlikçileri, hak sahibi depremzedeleri zorla evlerinden çıkartıp, kendi bürokratlarını yerleştirmek için polisleri halkın karşısına dikiyorlar. Saddam bile bu halkı sizden daha çok seviyordu. Milyonlarca işsiz aç gezerken, işsizlik fonundaki paraya, mütahitlere aktarmak için el koymak şüphesiz ki büyük bir günahtır.

O, ABD'nin astığı adam, ülkesi emperyalistlerin ambargosu altında yoklukla kırılırken, halkına ilaç bile alamazken yok canıyla yapmış olduğu bu bağış, ABD yandaşı iktidarın seçmece bürokraklarına lojman olsun diye mi yapıldı? Saddam o bağışı depremzedeler için yapmıştı. Bu kadar basit. Bu halkı gerizekalı
yerine koymaktan utanmıyor musunuz? İzmit gibi zengin bir ilde bürokratınıza
yer bulmaktan aciz misiniz? O kadar düştünüz mü? Bu ne pişkinlik yahu!.
İnsan biraz utanır, Allah'tan korkar!. Din tüccarları Allah'tan korkmaz ki!..

Depremin ardından deprem vergileri geldi. Hala da ödüyoruz. Borcumuz hiç bitmiyor.
Toplam 20 milyar $ toplanmış 10 yılda. Bu paranın nereye gittiğini soramayacak mıyız?
Bu fon ile 60 bin depremzede aileye konut yapılırdı. Yapmayı bırak, Saddam'ın konutlarını bile yağmalıyorlar bu düşük tipler. Rezaletin hesabı çok net ortada.
Halk, devletten hesap soramıyorsa bu, beyinlerine "din" ile tecavüz edildiği içindir.

***100 günahı silen dua.. Az sonra..***

Bir açılımdır gidiyor. Bir türlü becerip açamadılar. Dansöz gibi kıvırtıp duruyorlar.
"Analar ağlamasın, karalar bağlamasın" mesajlarıyla tribünlerden taraftar toplama gayreti görülüyor. Açılımı açamadılar gitti. Anaların arkasına saklanıp timsah gözyaşları dökerek eşbaşkanlığını yaptıkları projenin (BOP) icraatını planlıyorlar.

Analar yüz yıldır, bin yıldır ağlıyor. Onlar, gözyaşlarına değil sadece ranta değer verir.
"açılım" dedikleri sadece, enerji ve su gibi tabi kaynak koridoru olması planlanan
bölgede emniyetin sağlanmasıdır. Putin'ler, Berlusconi'ler gelir, mavi akımlar, Nabuccolar imzalanır. Akraba Çalık'ın Ceyhan'da İtalyan ve Rus ortaklığıyla kuracağı rafineride Amerikan (Irak) petrolü işlenecek. Aydın Doğan’ın Yayın Holding'ine ve Petrol Ofisi’ne vergi cezaları.. Ceyhan’a rafineri yaptırmama mücadelesi ve sonunda AD’nin pes edip PO'yu satışa çıkarması.. Yakında Petrol Ofisi Çalık'a satılırsa hiç şaşırmayın.

Tezgahta herkese pay düşer. İşgal bitti şimdi savaşma değil yiyişme zamanı.
ABD'de uzaklardan gelip Irak petrolünün çeşme başını tuttu işte. Saddam'la savaşında ülkedeki en büyük müttefiki kimdi?. Onlara bi kıyak borcu var. Daha aşağıda hatta bağlanmak isteyen Katar'lar var. Hem bölgeye de su gerek. Manavgat suyu Kıbrıs üzerinden İsrail'e gidecek. Alarko projesini çizdi bile. Munzur suyu da Irak üzerinden Ortadoğu'ya satılacak. Ooh suyundan da koy..

Rüya gibi. şiir gibi. Hayat bayram olsa, bütün dünya buna inansa, bir inansa..
siz yine de inanmayın. Onlar Kürt, Türk vs. tanımaz sadece karlarına bakar.
Onların gözünde halklar harcanabilir ve yenilenebilir bir doğal kaynaktır.



Ne Papa'nın sahte cennetine, ne de sömürgecilerin barışına inanın.

Artık devir değişti. Emperyalist güçler itişip kakışmadan aynı kaptan yemlenmesini öğrendiler. Egemenlerin ittifakları göz yaşartıyor. Rusya'nın Nato'ya girmesinin bile konuşulduğu bir dönemde her açılım olur. Açılım kimin? Ranta göz koyan hepsinin.
Analar mı? Onları gene ağlatmanın bir yolunu bulurlar. Siz hiç merak etmeyin.
Binlerce yıldır savaşlarda nice insan öldü. Onlar anaları insan kaynağı fabrikası gibi görür. Asla gözyaşlarını umursamazlar. Vahşi kapitalizm bundan beslenir çünkü.
Onlar için "Barış, bir amaç değil, savaşlararası geçici bir dönem"dir sadece.

***100 günahı silen dua.. Az sonra..***

Emperyalizmin her aç'ılımı, halklara aç'lık olarak geri dönmüştür. Sadece işbirlikçiler tezgahtan bi parça otlanır. BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) eşbaşkanıyız diyenlerin açılımları, ileride yine çocuklarımıza kan olarak döner. Gün gelir şehitler de ölür.

Açılımın sonunda amaç ne?.. Geçilen bir kırmızı çizgi ve uzun soluklu bir projenin hayata geçirilmesidir. Irak’ta kurulacak bir Kürt Devleti. Açılımın amacı bunu Türkiye'ye kabul ettirmektir. Kandil’in meşruluğu böyle sağlanacak. Yalancının (ampulü) kandil’i yatsıya kadar yanar. Irak'ı parçalayıp kukla bir Kürdistan kurmak Amerikanın orta ve uzun vadeli staratejik planları arasındaydı. (Türkiye bunu asla kabul etmeyeceğini ve savaş sebebi sayacağını açıklamıştı bir zamanlar.) Onların danışmanı vardır, "bu adamı süpürüp atmayın, kullanın" der. Adamı her açılımda kullanırlar. İşte depremin açılımı veya açılım depremi. İşte halka bir türlü atamadıkları gerçek çalım.

* * *
100 günahı silen dua;
Her kim günde yüz defa "Tek olan Allah'tan başka ilah yoktur. O'nun ortağı yoktur.
Mülk-i Hakimiyet O'nundur. Övgü O'nadır. O'nun herşeye gücü yeter
" derse,
on tane köleyi hürriyetine kavuşturmuş gibi sevap alır.
Ona yüz sevap yazılır ve onun yüz günahı silinir.


Hadis-i şerif. Kaynak: Sağlam.
* * *

Depremde yakınlarını, evini, işyerini kaybetmiş ve tesadüfen hayatta kalmış
olanlardan 100 tanesini sokağa atmanın günahını, bu duayı 100 kere okumak silecekse
eğer, bravo! helal olsun diyorum. Atın, yakın, satın memleketi. Hepsi de yakışır.
Evet ölmesi gerekirken, kıl payı kurtulanlara mükafat gibi bir de ev mi verilecekti?



Son günlerin moda uleması Cübbeli Ahmet'ten nostaljik ve tokat gibi deprem yorumu geliyor:
"7,4 yetmedi mi? Allah vurdu mu öyle bir vurur ki, nereden geldiğini anlamazsın.
O Yalova, Çınarcık sahilleri fuhuş yuvası!. Adapazarı, Türkiye'deki reponun %75'i oradan.
"
Yobazlara göre tabiatın bir gerçeği olan deprem Allah'ın bir uyarısıdır!.

Binanın malzemeden çalınarak, mühendislik hesapları yapılmadan, bilime rağmen fay hattına yapılması durumunda, "Maşallah"yazılı boncuklar, "İnşallah"lar, "Allah korusun"lar yemez. Tedbir yoksa Allah korumaz. Yıkılır altında kalırsın. Şansın varsa belki kurtulursun. Üstüne bir de faizci ve fuhuşçu damgası yersiniz.

Allah'a inanmayan gavur Japonlar ise sağlam gökdelenler yapar da, en şiddetli zelzelede
bile yıkılmaz. Cehalet en büyük günahtır ve en ağır şekilde cezalandırlır.
O, kime çarpacağını iyi bilir. Her toplum layık olduğu şekilde yönetilir.

14 Ağustos 2009 Cuma

AÇLIK

Büyük yalanlar kadar görmezden gelinen büyük gerçekler de var. Onlardan biri: Açlık.
Dünyada her gün yaklaşık 25 bin kişi (her dört saniyede bir kişi) açlıktan ölüyor..

Ülkemizde de açlık sorunu var. Çöpleri karıştırıp yiyecek arayan insanları görmüyorsak bunun tek sebebi görmek istemememizdir. Zihnimiz hoşumuza gitmeyen şeyleri görmezden gelme ve unutma eğilimindedir. Bazı lokantalarda müşterilerin tabaklarda bıraktığı artıkları toplayıp, evlerine götürüp ailesinin karnını doyuran insanlar var. Bu, onlar için dua ederek yedikleri bir ziyafet. Siz hiç dışarıda yediğiniz bir yemeğin ardından tabakta bıraktıklarınızın akibetini düşünmüş müydünüz?

Dünya edebiyatının önemli eserlerinden biri olan, aç bir yazarın dramını (muhtemelen kendi hayat hikayesini) yazdığı “Açlık” isimli romanla, Norveçli Knut Hamsun, 1920 Nobel Edebiyat ödülü almıştı. Açlıktan kendi etini kesip yiyen bir adamın hikayesi..



Oysa bu insanların gördüğünüz gibi kesip yiyebilecekleri hiç eti yok. İşte bir deri, yüz kemik vücutlar.. Bu insanlar gerçekten çok aç.

Obez Amerikalılar.. Dev buzdolapları, market arabaları ve süper, mega, hiper vs. marketleriyle tüketim ve israfta rakip tanımıyorlar. Sadece Çinliler bile Amerikalılar gibi doğal kaynakları tüketerek (örneğin petrol) yaşamaya başlasalar, kaynakların yetmesi için altı adet daha dünya gerekir. Öyle tembeller ki her yere arabayla gitmekle kalmıyor, sürüşte rahat etmek için de, (küresel ısınmaya katkısı büyük) daha çok yakıt harcayan otomatik vitesli koca motorlu ciplere biniyorlar.

Bir ayağını bağdaş kurar gibi oturduğu yere kıvırıp, tek ayak ve elle araçlarını sürerken yakamadıkları kaloriler obezite olarak geri dönecektir. Onca kiloya rağmen Amerikalı insan açlık korkusu yaşıyor. Bu nedenle de ülkelerinin emperyalist ve terörist politikalarına alkış tutuyorlar. Yeni dünyaya geldikleri yeri unutup "God Bless Amerika!" (Tanrı Amerika'yı korusun) diye milliyetçi sloganlar atıyor ve karnını doyurmanın hatırına onur ve vicdanlarını satarak, Irak'ta mahkumlara yapılan işkence ve tecavüzlerden rahatsız olmuyorlar. Bencillik Amerikalılara özgü değil ki!. Vahşi kapitalizmin bireysel kurtuluşu öven bu temel yasası, bugün iyi bir hayat için bu ahlaksız sisteme ister istemez entegre olan her bireyin ortak noktasıdır. Sistem tüm çıkışları tutulmuş bir hapishane gibi.

Açlık korkusu genetiktir. Dünyanın büyük baş ağrısı ve belası Amerika'nın obez halkı, “fırtına yaklaşıyor” haberini alır almaz marketlere hücum ediyor. Bu arada Pasifik'te (Büyük Okyanus) oluşan fırtınaya Tayfun ve Atlantik'te (Atlas Okyanusu) meydana gelen fırtınaya da Kasırga denildiğini belirtmek gerek. Bir de bu kasırgalara Katrina gibi kadın ismi verilesinin sebebi de bir espiriye göre şudur: "İkisi de büyük bir gürültüyle gelir ve giderken evinizle arabanızı götürür!"

Dev marketlerin dev stoklarını dev alışveriş arabalarıya çekirge sürüsü gibi yağmalayan, evine cipler dolusu kumanya alan bu insanların dev kilolarındaki kalori stoğuna rağmen, aç kalma korkusu yaşadıkları bir gerçektir. İşte ekonomisinin ayakta kalması hep daha fazla tüketimesine bağlı “Amerikan Rüyası” ve diğer yanda gerçek açlık ve ayakta kalması gerçekten bir lokma yiyeceğe bağlı Afrika. Kaderi de kendi gibi kara kıta.. ve dünya gezegeninin kaderini belirleyen bir ülke. “Cesur Yeni Dünya”. Onların cesareti ve saldırganlığı, bizim yokluk ve sefaletimizdir..



Somali’li korsanlara karşı kahraman ordumuzun askerleri olan SAS komandolarının başarılarını alkışlıyoruz. Korsanların bu çağda hala var olmasına şaşırıyoruz. Bunun arkasındaki nedeni sorgulamıyoruz.. Korsanlar bir gazeteciyle yaptıkları röportajda aynen şöyle diyor: “Yaptığımızın doğru olmadığını biz de biliyoruz fakat, açlık her şeyin üzerindedir.” Açlık insanlığın evrensel sorunudur. Kaynakların %80'inin dünya nüfusununu %20'si tarafından kullanıldığı adaletsiz bir dünyada açlık sorunu çözülemez.

* * *
2001 yılında Türkiye’de yaşanan çok büyük bir dramı burada hatırlatmak istiyorum:
Birbirimizi unutmayalım da ne olursa olsun” diye başladılar ölüm orucuna..

Malatya Cezaevinde 1996’da evlenen Ali Ekber Doğan ve Havva Doğan çifti nikâhın ardından yeniden koğuşlarına dönerken, diğer mahkûmlar bu evliliği koğuşlarında halay çekerek kutladı. Ancak 2001'e gelindiğinde, F tipi cezaevlerine karşı başlatılan ölüm oruçlarına katılma fikri gündeme geldi. Ölüm oruçlarının hemen ardından 19 Aralık'ta bir operasyonu yapıldı. Mahkumların hiç bir talebini kabul etmeyen, pazarlık bile yapmayan dönemin adalet bakanı, ironik bir şekilde onlarca kişiyi katlettikleri kanlı Cezaevi baskınının adını “Hayata Dönüş Operasyonu” koyacaktı. Devletin koruması altında bulunması gereken, açlıktan ölmek üzere olan mahkumlara utanmadan “bunlar yiyor!” diyen ve bu terörist saldırıyı düzenleyen insanlar unutulacak mı?

Bu kanlı operasyonun ardından ölüme direnen tutsaklardan, Ali Ekber Doğan Sincan F Tipi Cezaevi'ne konuldu, Havva Doğan Malatya'da kaldı. Her ikisi de cezaevinde ölüm orucunu sürdürdü. Ali Ekber Doğan'ın durumu her geçen gün kötüleşti. Önce hafızasının bir kısmını, ardından bilincini kaybetti. 230 gün süren ölüm orucu yüzünden artık ölüm sınırına yaklaşan mahkûmlardandı. Havva Doğan da, durumu kötüleşince Numune Hastanesi'ne nakledildi. İkisi de tedavisi olmayan Wernicke Korsakoff'a yakalanmıştı. Havva kocasını hiç hatırlamadı. Yıllar önce yaşamını yitiren babasını hastanenin önünde bekliyor sandı. Kimi zaman da, bisküvisi ve çikolatasının çalındığını sanarak çevresindekilere sinirlendi. Oysa sadece su ve serumla beslenebiliyordu. Ali Ekber Doğan'ın yakınları, çiftin durumunu "Düğünlerini göremedik, şimdi ölümlerini seyrediyoruz" diyerek özetliyor.



28 yaşındaki Ali Ekber kendisini 8, 25 yaşındaki Havva da 6 yaşında hissetmeye başladı. Kendisini çocuk sanan Havva Doğan'a, Ali Ekber Doğan'ın kim olduğu soruldu. Havva Doğan, hastalık nedeniyle ayakta duramayan kocası için, "Bu amca kim? Neden burada yatıyor?" dedi. Havva, Ali Ekber'e göre daha neşeli, daha çocuk. Ali Ekber'den, Havva'yla aynı koltukta oturmasını istiyorlar. "Ben onu ilk burada gördüm ama hep ayağıma vuruyor. Ayağıma karışmayacaksa, yanıma otursun" diyor. Havva karışıyor söze: "Ben Onu tanımıyordum, burada gördüm. Ama hep yatıyor, biraz kalksın. Yatmaktan saçları düşmüş. Ondan basıyorum ayağına."

Ali Ekber'in bacağı, hastanede yatağa zincirlendiğinden, iltihap bağlamış. Şişlikler yeni inmiş. Ayağının neden bu kadar çok ağrıdığını sorduğumuzda, "Top oynadım. Bizim Madende en çok golü ben attım. Diğer takımdakiler, Kadirgiller de benim ayağıma vurdular" diye yanıt veriyor. Kalan yaşamları köyde geçecek. Bu dramatik söyleşiyi ağlayarak dinleyen akrabaları bundan böyle Havva ile Ali Ekberi ayırmayacaklarını söylüyorlar. Akrabalara göre Adalet Bakanlığı, bu insanları bırakarak iyilik yapmadı tam aksine bu insanları başından attı. "Hiçbir aile bu insanlara nasıl davranacağını bilemiyor" diyen akrabaları şöyle konuşuyor: "Çocuk deseniz çocuk değil, eskisi gibi hiç değiller. Biz ne olursa olsun onları ayırmayacağız. Tunceli'de, Ali Ekber'in anne babasının yanında, bir köy evinde yaşayacaklar."..

Oruç işte böyle tutulur. Açlıktan ölen Afrikalı cennete gidebilirse orada ne kadar yer bilemem fakat, sizi bekleyen lüks sofralarınızın başında, iftara kalan dakikaları saymak, bireysel kurtuluş ve kendi geleceğine yatırım amaçlı bencil bir eylem, veya çocukça bir oyundan veya toplumsal sürüye uymak için yapılan bir gösterişten başka bir şey değil. Bu ibadetler hep cennete gitmek için!

* * *
Cehennem ateşinde sonsuza kadar yakmakla tehdit etse de O, sizi seviyor..



Açlıkla terbiye eden, kimini de açlıktan öldüren bir tanrı, oruç bile tutmayan gavurlara bu dünyada rızıkı bol verse de, öteki tarafta cehennem onları bekliyor değil mi? Sanmıyorum.

Bir de “Ramazan bereketi” yalanı var. İşçilerin geliri mi artıyor? Birden gıda fiyatları mı düşüyor? Nedir peki bu bereket? Şudur: Aç insan alışverişte ihtiyacından fazlasını alır. İftar sofrasında çeşit bol tutulur. Bu zengin sofralar göze bereketli görünür. İsraf rekoru kırılır. Uzun süre aç kalan vücut, kıtlık sinyali verir ve yediklerini daha çok depo etmeye başlar. Ramazanda insanlar bu yüzden kilo alırlar! Mideyi dinlendirmek bir yalandır. Sindirim sistemi istem dışı çalışan organlardan oluşur ve kırmızı kaslar gibi dinlendirilemezler. Kalbinizi düşünün.. Ölene kadar sürekli atan ve hiç durmadan kan pompalayan bu organı nasıl dinlendireceğiz? Boş midede Hidroklorik asit salgısı artarak ülser türü hastalıklara neden olur. Beynin düzgün çalışmak için taze şekere ihtiyacı vardır. Özellikle yaz günlerinde susuzluk da çok ciddi zararlar verir. Orucun ve temelde açlığın zararları saymakla bitmez.

* * *
Çok izlenen güncel bir yemek yarışması var. Sataşma ve kavgaları profesyonel metin yazarları tasarlıyor. Adı “Yemekteyiz”. Kazayla izleyenlerden kimisi de “kafayı yemekteyiz” diyor.

..Rakibine puan vermemek için türlü yalan kıvırtan yarışmacılar: “Aç kaldım bu gece yiyecek bir şey bulamadım” diye emek ve nimetle dalga geçerken gülüyorlar. Bu utanmaz şovmenler malzemesi bol pideleri yemeyip çöpe gönderirken,
bu ramazan tutacakları oruç, bu günahı affettirebilir mi? Siz, mide bulandırıcı "Yemekteyiz" yarışmasında gecenin sürprizlerinde göbek atarken, bu adaletsiz dünyada insanlar açlıktan ölüyor. Bu büyük ahlaksız oyun ise her gece reyting için tekrar tekrar oynanıyor. Çilekli değil jiletli pasta yesinler. Diğerlerine karşı bu kadar kayıtsız, duyarsız bu insanlara sorsanız, hepsi de tanrıya inancı olan, sevgi dolu, iyiliksever ve güzel insanlardır. Süperdirler. Aslandırlar. Hayran olunasıdırlar. Onlar “Yemekteyiz” de yarışmadadır. Evet.. Hepimiz “Büyük Yalanları Yemekteyiz”. Oysa dünyada milyonlar, hatta milyarlar bu gece de aç yatıyor. Açkarnına uyumak ne kadar zordur. Sadece şansı olanlar yarını görebilecek..

* * *
Senede bir ay oruç tutulduğu halde neden açlıktan ölenler çoğunlukla Müslüman ülkelerden? Sosyal adaletin en az olduğu ülkeler İslam ülkeleri. Kadercilik ve bu dünyaya gereken önemi göstermeme nedeniyle ilerleyemiyor, Ortaçağ karanlığından çıkamıyorlar. İslam dünyası artık özeleştirisini yapmalıdır. Oruç işe yaramıyor.. Halk daha aç, daha yoksul ve daha sağlıksız koşullarda yaşıyor. Bilimsel ilerleme ve sanayi üretimine ilgi gösterilmediği için toplumsal kalkınma hayal bile edilemez. Petrol gibi zenginliklerden ise emperyalistlerle işbirliği yapan bir avuç hain azınlıktan başka kimseye pay yok.



Nahl Suresi 75. Ayet:

Allah, hiçbir seye gücü yetmeyen, baskasının malı olmuş bir köle ile, katımızdan kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve açık olarak harcayan (hür) bir kimseyi örnek verir. Bunlar hiç eşit olurlar mi?

Yaratıcı, insanları köle ve efendi olarak yaratmış ise açlık bir sınav yöntemidir. Onlar açlara yardım etmez. Çünkü sınava müdahale etmek olmaz. Allah onları açlıkla sınamak istiyorsa, rahmet yağdırıp rızık vermiyorsa buna saygı duymak gerekir. Açlara yardım etmek yanlıştır. Diğer taraftan da ironik bir biçimde oruç tutarlar. Bu, açlığı daha şiddetli hissedip bu duruma düşmemek için daha da hırsla bencilleşmeleri için bir eğitimdir. Aynı zamanda bu ibadet çoğunluğa uymak için yapılan bir gösteriştir. Onaylanma ihtiyacından ve sorgulamadan yapılan kültürel bir ritüeldir. Veya daha gençler için çocukça bir oyun ve eğlencedir. Ne olursa olsun küresel açlıkla savaşta hiç işe yaramaz. Bin dört yüz senede gelinen yer çok açık: Sefalet, açlık, sağlıksızlık ve adaletsizlik. Gerçekten inanan saf insanlara ise, kandırıldıklarından ve kullanıldıklarından başka söylenebilecek bir şey yok.


1994 yılında bu fotoğrafı Sudan'da çeken Kevin Carter hayalindeki Pulitzer ödülünü alsa da, üç ay sonra depresyona girip intihar edecekti. Bu akbaba, sürünerek yardım kampına ulaşmaya çalışan zavallı çocuğun ölmesini bekliyor. Peki bunun adı "kader" mi? Buna sınav veya kader diyen, kendine "insanım" demesin! Kader, bir yalandır. Önlenebilir afet ve felaketler, çoğu bebek ölümleri kader değil, cinayettir. Sorumlular etrafta rahatça dolaşıyor. Yeni cinayetler planlıyorlar. Bunu neden göremiyoruz?

Yalanların sesi gür çıkar, gerçeğin çığlığı ise sessiz..

Kimse kendini kandırmasın. Oruç yalan, Açlık gerçek..

7 Ağustos 2009 Cuma

ÖZGÜRLÜK

Özgürlük” herkesin ruhunu okşayan bir sihirli kelime. Bugün tarihte her zamankinden daha özgür olduğumuz fikri ise çok büyük bir yalan. Eskiden fiziksel kölelik vardı. Emeği karşılığı yiyecek ve barınak verilen o köleler, bugün asgari ücretli işçilerdir. Ücretli kölelik düzeninde ne yazık ki pek çok işçinin geliri, “özgür dünya”da bu en temel ihtiyaçlarını karşılamaya bile yetmiyor. Ortaçağın imparator ve kralları, modern zamanlarda yerini küresel dünyanın çok uluslu şirket patronlarına bıraktı. Sonuçları ne olursa olsun umursamadan karlarını artırmaya çalışan bir grup çok uluslu şirket patronu, eski zamanların krallarından farksız. Oyun, kuralları değişmiş olsa da aynen devam ediyor. Kölelik hep vardı, bugün de tek gerçeğimiz. Bunun farkında olmayışımızın sebebini ise Goethe, 200 yıl önce şöyle izah ediyor: “Kimse özgür olduğunu sanan köleler kadar umutsuzca köleleştirilmemiştir.

Artık sadece bireyler değil koca ülkeler bile köleleştiriliyor. Servetlerinin artırmak isteyen ve bu amaçla dünyanın en süper gücünü kullanan bu güçler, ilk olarak borçlandırma ve rüşvetlerle (iştah kabartan zenginlikleri yüzünden hedefe koydukları) “bağımsız” ülkelerin yerel yöneticilerini satınalma yöntemini denerler. İşbirliğine yanaşan liderler koltuğunu koruyup yağmadan payına düşeni alırken, “saygıdeğer” liderlerini heyecanla alkışlayan halkın
payına ise işsizlik, açlık, yüksek vergiler, geçim sıkıntısı ve gelecek kaygısı düşecektir. Çünkü borç batağına sürüklenen bu ülkeler özelleştirmeler ile sahip oldukları her şeyi, hatta umutlarını yitirirler. Bu aşamada Dünya Bankası ve IMF gibi emperyalist taşeronu kurumlar ve John Perkins gibi (itiraflarıyla meşhur) ekonomik tetikçiler yeterlidir. Uzaklardan ibret verici tarihi bir örnek için bkz. Ekvator.. İşsizlik ve sefalet rekor seviyede. 2000’li yıllarda yıllık gelirinin yarısı borç ödemelerine ayrılmak zorunda.

İlk yöntemle işgal edemedikleri ülkelerin vatansever liderlerine karşı CIA eliyle suikast veya darbeler tezgahlarlar. Bu ikinci yöntem bugüne kadar en çok kullanılan ve son 50 yılda çok işe yarayan bir yöntemdir. Böylece yeni seçilecek lidere, işbirliği yapmazsa başına gelecekler uygulamalı olarak gösterilmiş olur. Bu noktada yarım kalan misyon, algoritma gibi birinci yönteme dönülerek tamamlanır. Askeri darbeler yerini bugün daha rafine ve sivil bir darbe yöntemi olan “Turuncu Devrim”lere bırakmıştır. Burada medya, modern reklam ve pazarlama teknikleri kullanılarak, işbirliği sözü veren lider adayı için seçimlerden önce kamuoyu oluşturma, ve antiemperyalist adaylara karşı ise karalama ve çamur atma kampanyaları yapılmaktadır. Satılık yazar ve aydın kılıklı hainler her ülkede kolayca bulunur.


Bu yöntemlerin hiçbiri işe yaramazsa, bu vahşi sistem en acımasız ve kanlı yönteme başvurur: Savaş.. Hedef tahtasındaki ülkeye “özgürlük ve demokrasi” ordu eliyle götürülecektir. Para ve kar temeli üzerine kurulan ahlaksız bir sistemde demokrasi hiç olabilirmiş gibi.. Bunun güncel bir örneği Irak’tır. Büyük bir yalanla, büyük bir gürültü ve milyarlarca dolar harcayarak gittiler, milyonlarca masum insanın katili oldular. İşgal tamamlandı. Bombalar ve katliamlar kimin umurunda? Üst düzey sorumlular, devlet başkanları nereye gitse bugün alkışla ve saygıyla karşılanıyor..

Murphy’nin “Altın Kural”ı her zaman geçerli: “Altını olan kuralı koyar”. Karanlıktan beslenen bu ahlaksız ve iğrenç sistemde saygı ve itibar için dürüst ve temiz olmak gerekmiyor. Sadece “Güçlü olmak” yeterli.. Peki suç kimde? Sadece katillerde mi yoksa biraz da düzeni besleyen, ülkesi ve kendisi için köleliğe razı olmuş insanlarda mı? Ahirette kötülerin cezasını bulacağı fikri ruhi mastürbasyondan, rahat bir uyku için gerekli manevi tatminden başka ne ki? Onların umurunda bile değil. Kimseye acımazlar. Sadece kendi ailelerini düşünürler. Onların gözünde halk, cepte harcanmak için tutulan nakit kadar değerli değildir.

Soykırımlar, açlık, işkence, linç türü vahşetler de oyunun bir parçasıdır. O kadar açgözlü ve acımasızlar ki yaşayabilecekleri tek yer olan dünyayı bile felakete sürüklüyor oldukları gerçeği onları durduramıyor. Toprak, hava ve su hızla kirleniyor. Nüfus artarken yaşam alanları daralıyor. Vahşi şirketler birliği patronları “nasıl olsa bize bişey olmaz” düşüncesiyle gidişata kayıtsız. Kaderine razı kitleler ise yaşananları tanrı’nın evrensel bir projesi (takdir-i ilahi) olarak görmekte. Tanrının bu adalatsiz sömürü sistemine nasıl izin verdiğini sorgulayan yok. “Her şey insana düzenlenen bir sınav, bu dünya geçici” diyen kör inanç ve cehalet iktidarda.


Hürriyet hakkınızı, yaşama sevincinizi, hatta canınızı elinizden alan ve sizi zavallı bir şekilde korkutarak köleleştiren bir inanç ile özgürlük birlikte olamaz. İnanmak öğretilmiştir. İnanmak kolaydır. İnanmak topluma uymaktır. Dışlanma ve yalnız bırakılma tehdidine karşı koruma ve güvenlik sağlar. İnsanlar kolay olanı seçer. Sürüden ayrılmak tehlikelidir. Sisteme yamanmak, riski en düşük, hatta garantili seçimdir. En güzel, en akıllı ve en yetenekliler için çok cazip ve avantajlı üst düzey kölelik pozisyonları açıktır. Şansından başka birşeyi olmayanlar da, güce tapar, otoriteye yanaşır ve bir fırsatını bulsam da ben de “USB’den beslensem” diye ah çekerek bakar. Her göreve razılardır fakat, bunlar sayıca ihtiyaçtan daha çoktur. Kalabalıktan seçilenler, bir parça kemik için sahibine yamanan köpekler gibi hemen itaatle efendisine boyun eğmeye, vefa ve minnetle her emri sorgulamadan yerine getirmeye başlar.

Oysa insan doğasında bu satılmışlık yoktur ve tüm kurumları ile yozlaşmış bir sistemle uyum içinde yaşamak, sağlıklı olmak demek değildir. Geçenlerde ABD’nin Utah eyaletinde 7 yaşında bir çocuk, babasıyla kiliseye gitmemek için evin otomobiliyle uzaklara kaçmış, "kırmızıda geçen şoförsüz bir otomobil gördük!” ihbarıyla bölgeye intikal eden polisleri de 70 km.’ye varan hızla aracı sürüp dakikalarca peşinden sürüklemişti. Bir evin önüne park edip bahçeye kaçan çocuğun görüntüleri olmasa bu haber inanılmaz. Hayali kahraman “Spiderman”lere inanmayan, bu özgür ruhlu zeki çocuklar, insanlığın kurtuluş umudu ve aydınlık yarınlarımız olabilir. Yeni çağın çocukları internette özgür ve doğru bilgiye ulaşma şansına sahiptir.

Yetişkinleri ise üç kategoriye ayıralım. Gerçeği bilmeyen ve sorgulamayan cahiller, özgürlük için sömürüye karşı savaşıp bu uğurda can verenler ve gerçeği görse dahi hayatta kalmak için sessizce itaat edip köleliği yaşayanlar. Bu son grup farklı olduğunu düşünse de, mükemmel örgütlü sistem için bir sinek vızıltısı bile olmayan kuzucuklardır ki bunlar bilinçsiz cahillerden çok daha büyük suç ortağıdırlar. Bunlar idealist, çalışkan ve eğitimli oldukları için genelde iyi işlerde çalışan, efendilerine daha çok kazandırıp kendileri de iri bir parça kemik kapabildiklerindan; aç ve cahil çoğunluk tarafından kıskanılır ve sefaletlerinin sorumlusu olarak afişe edilerek, fırsatını bulanlar tarafından linç edilmek istenirler. İşte bu kesim zamanla evrim geçirerek nihayetinde kendi can güvenliği için güçlü efendisinin arkasına saklanır da oradan liberalizm ve demokrasi diye anırıp durur. Evrim geçiremeyip özüne dönen bir avuç onurlu azınlık ise hak ve özgürlükler için, eşitlik için marjinal gruplarından kimsenin dinlemeyeceği sloganları atar durur. Özel gün ve anmalarda sahnede gaz bombası ve copu yiyeceği yeri çoktan hazırdır!. Onlar potansiyel “terörist” adayı ve sistemin “özgürlük karşıtı” olarak pazarladığı masum suçlularıdır. Hatta kötülük üzerine kurulu bir düzende, sadece iyi olmak hatasını işledikleri için kaybedenler tarafında kalırlar. Sistemin kolluğu, kendilerine bir işe yarama fırsatı verdikleri için bu gariplere ne kadar teşekkür etse azdır. Oysa gerçek teröristler pahalı elbiseler giyer ve hiçbir eylemden önce slogan atmazlar!. İşledikleri cinayetler "devlet sırrı" kapsamında gizlenir. Vergi mükelleflerinden gelen mali kaynaklarla her türlü olanak ve silaha sahiptirler. Sistem, kendi hesaplarına illegal iş çevirip de deşifre olanlar haricinde onların peşine düşmediğinden özgürdürler ve dokunulmazlıkları vardır.


Eski imparatorlukların yerini yeni tür imparatorluklar aldı. Artık yeni efendiler, bir avuç patrondan oluşan “Küresel Şirketler Birliği”. Milyonlarca kişi daha büyük servet sahibi olsunlar diye onlara çalışıyor. Milyonlarca askerden oluşan orduları yöneten devletleri, perde arkasından yönetiyor, politikalara yön vererek bireysel çıkarları için dünya savaşı çıkartmaktan bile kaçınmıyorlar. Önce ordulardaki askerlere şehirleri yıktırıyor, sonra şirketlerinde çalışan işçilere yeniden inşa ettiriyorlar. Çalışıyorlar.. Çalıştırıyorlar.. Boş durmayı pek sevmiyorlar!. Çünkü iş hacmi arttıkça karlar artıyor, servetler çoğalıyor.

Kişisel ihtiraslarının gerçekleştirilmesi vaadi karşılığında insanları yetenekleri ile eleyecek ve oyalayacak bir sistem işte kurulmuş durumda. Değerli birşeylere sahip olma arzusu ile gelecek kaygısı, sistemle işbirliği ve entegrasyona davetiye çıkarıyor. Güzel bir ev.. iyi bir otomobil, biraz nakit varlık fena mı olur? Tabi bunların bir bedeli var. İşbirliği yapacak ve kendini kanıtlayacaksın. En iyisi olacaksın ki efendin de gözünün içine baktığında hem sana bir parça kemik atsın, hem de sana yönelik fiziksel bir tehdit olduğunda, yasal silahlı kolluk güçleri ve (kendi sistemini korumak amacıyla yazdığı) kanunlarla emniyete aldığı bu, temelinde evrensel hukuk bulunmayan düzende seni korusun..

Ayrıca sistem o kadar da sıkıcı değil; insanların zihinlerini uyuşturup boş vakitlerinde eğlendirecek bazı şeyler de düşünülmüş: Sinema, futbol, video oyunları, müzik grupları vb. bunlardan sadece birkaçı. Bunları beğenmeyen maneviyatçı kesim için de “İlahi adalet” temelli, ibadete karşılık “her istediğinin anında gerçek olacağı bir cennet” vaatli tek tanrılı dinlerimiz var. Hatta alt tarikat ve mezhepleriyle de değişik liglerden değişik takımlar tutmak gibi zengin bir menü var bile diyebiliriz karşımızda. “Ey inananlar!, şimdi sistemin ahlaksız doğasından kaynaklanan dertlerinizi ibadetle yıkayın, yarın daha büyük sömürülere alet olacaksınız!.” Akıl sağlığınız için bu arınma, eğer futbol maçı veya sinema ile kafayı formatlayamadıysanız iyi bir alternatif olabilir.

Daha da olmadı yasal (alkol) veya yasadışı kafa buldurucular da mevcuttur. Yakalanmamak ve size verilen işleri (sağlığın bozulması gibi nedenlerle) aksatmamak kaydı ile bu kafa temizleyiciler seçenekler dahilindedir. ABD’nin tükettiği eroin Afganistan’da üretiliyordu. Taliban güçlenip afyon tarlalarını yakmaya başlayınca, istihbarat bilgileri dahilinde gerçekleşen 11 Eylül’ü bahane edip Afganistan’a saldırdılar. Bir Usame Bin Ladin’i hala bulamadılar! fakat, dünya eroininin %90’ını burada üretiyorlar. Her sene de yeni bir üretim rekoru kırılıyor!. Bu tür ticaretlerden aslan payını alan emperyalist güçler, zehir çarkının dönmesine ses çıkarmıyor.

Payını alamaz ise hakim kartele ölümcül darbeyi indirmek, Kolombiyalı meşhur kokain tüccarı Escobar örneğindeki gibi farz oluyor. O Escobar ki, operasyondan birkaç yıl önce affedilmesi karşılığı ülkesinin tüm borçlarını ödemeyi teklif etmişti. ABD’den günde (90'ların koşullarında) yarım milyon dolar kazanıyor ve bir kısmını getirip varoşlarda yerli halka minibüslerle dağıtıyordu. Fakat bu durum, tezgahtan nemalanamayanlar için hoş birşey değildi. Escobar’ı yok edip işbirliği yaptıkları yeni karteller kurdular. Bugün Kolombiya’dan Amerika’ya kokain ticareti eskiden olduğundan daha az değil. Fakat nedense peşinde oldukları bir Escobar yok!.. Yoksa her isteyen bu ticareti yapamasın ve kar marjları da yüksek olsun diye mi bu ticaret suç? Bu işi önlemenin tek yolu talebi azaltmaktır.

Her türlü kirli tezgahlarında işbirliği yapar ve uyum içinde çalışırsanız saygıdeğersiniz, yerel bi kralsınız. Eğer halkın ve ülkenizin çıkarlarını düşünüyorsanız teröristsiniz. Özgürlüğün sınırları işte bu. Ahlaksız işler çeviren gruplar, iş “ahlak ve vicdan” temasına gelince de mangalda kül bırakmıyor. Tanrıya en çok inanan ve “ahlak sahibi” olan onlar! Ekonomik güçleri ile senatör seçilip, bilimsel olmayan deli saçması batıl inançları (sistemi beslediği için) savunurken de, "seçilmek için zeka testi gerekmiyor ki!" diyebiliyorlar. Bu sahtekarlar çevirdikleri dolaplarda değil fakat, belki mabetlerde yaptıkları ayin ve ibadetlerde samimidirler diyeceğim de hiç içimden gelmiyor. Olsa olsa bu ancak bir maske ve kandırmacadır. Öyle olmasa da bu gösterilerin hiç gereği yok. Çünkü ahlakın kaynağı din değildir. İyi bir insan olmak için tanrının gazabıyla sindirilmek, veya "kaz gelecek yerden tavuğu esirgememe, bir koyup yirmi alma" mantığında iyilik yapmak hiç onurlu bir yol değil ki!.

Yalandan arındırılmış, ezberci olmayan, yaratıcılığı özgür bırakan, bilimsel ilkeler üzerine kurulmuş bir eğitim sistemi ve sağlıklı hayat koşulları sağlamak örnek bir insan yetiştirmek için yeterlidir. Aç bırakıp işkenceyle korkutarak terbiye etmek, hayvanlara uygulanan ilkel bir yöntemdir. Hem bizi doğal eğilimlerimiz için suçlayan ve cehennem ateşlerinde yakmakla tehdit eden dinlere, boyun eğerek nasıl özgür olabiliriz? Örneğin 1400 sene önce ölüp gitmiş Ebu Leheb’e, hala günde beş vakit beddua ederek ibadet etmemizi bekleyen kindar bir tanrı, nasıl bizi seviyor olabilir ve bizden de sevgi bekleyebilir?


Ey insanlar! sizi açlıkla terbiye eden görünür veya görünmez efendilerinize karşı duramazsanız nasıl özgürleşebilirsiniz? Tanrı insanın hayal gücünün bir eseridir. Özgürlükleri kısıtlayıcı her din, kişisel ve sosyal gelişimin önünde bir engeldir. İnsan, kendi kurduğu tuzağa düşerek özgürlük peşinde koştuğu evrimsel süreç sonunda maalesef umulmadık bir şekilde köleliğine razı olmuştur. Sadece ölümden korkmak, veya sonsuz yaşama arzusu ile bunu açıklayabilir miyiz?

Yaratıcı ve üretken zekasını “off” konumuna alarak; önlenebilir afet, hastalık ve açlık karşısında eylemsiz ve aciz kalıp, bunları “tanrının öfkesi” olarak kabul etmesi, kendisine hayatı ve yaşam alanı sağlayan dünyaya ihanet ederek, sahte cennetler peşinde vurgunculuk (spekülatörlük) yapması gönüllü bir kölelikten başka birşey midir? Bu kadar içiçe geçmiş kirli ittifaklar varken bu canavarlaşan sistem nasıl durdurulabilir. Herkesten ve her şeyden kaçmadan nasıl özgür olunabilir? Yüreğinde büyük yalanlara karşı isyan ateşi olmadan nasıl özgür olunabilir?.. Korkak insan özgür olamaz. Koyun sürüsündeki bir kuzu gibi itaatkar olur. Sadece izler ve taklit eder. En baştaki uçurumdan aşağı atlayınca, sürünün kalanı da sırayla peşinden atlayıp, topluca intihar eden koyunlar gibi..

Eşitsizlik, adaletsizlik, hırsızlık, hukuksuzluk, yalan ve ahlaksızlık bu kadar revaçta iken; sadece itaat ederek ve kul olarak kitlesel mutluluklar yaşanabiliyorsa, “Özgürlük” ne demek?? Hem insanların iş, eğitim, sağlık, barınma gibi temel ihtiyaçları için ahlaksız ve haksız bir rekabete zorlandığı, hatta açlıktan öldüğü veya birbirini Ruanda'da ve Çin’deki gibi vahşice linç ettiği bir dünyada insanlığından utanmayan bireyler “özgür” olsalar ne olur, olmasalar ne olur?

Kimse kendini kandırmasın. Özgürlük yalan, kölelik gerçek..