9 Eylül 2009 Çarşamba

DinSEL vahşet

09.09.09 gününün ilk saatlerinde yağan çok şiddetli sağanak (İstanbul) İkitelli’de büyük bir taşkına neden oldu. Sel, günün ilk ışıkları ile işine gitmek isteyen insanları Basın Ekspress otoyolunda vurdu. Ayamama Deresi’nin taşması ile Otogöle dönen nehirde insanlar canını kurtarmak için otobüslerin üzerine çıkıp kurtarılmayı bekledi. Yüzme bilmeyenler azgın sularda sürüklenerek feci şekilde boğularak can verdi.



Pameks Tekstil Fabrikası'na servisle gelen 7 kadın işçi, korkuç bir şekilde cinayete kurban gitti. Eşya taşımak için üretilen kapalı kasa bir “servis” minibüsüyle işe giderken içeri dolan sel suyunda boğularak can verdiler. Penceresi olmayan kapalı bölümde olduklarından gelen felaketi göremezlerdi. Kurtulan şöför gözaltında. Bu ihmalin sorumlusu, vatandaşını kölelik koşullarında asgari ücretlere mahkum eden, emeğini satarak geçinen insanları köle olarak gören sistemdir. Ölenlerin hep işçi sınıfından olması elbete ki tesadüf değildir. Onlar işte veya cephede en kolay harcanan, bolca temin edilen, değeri düşük insan kaynağıdırlar:

Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile, katımızdan kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve açık olarak harcayan (hür) bir kimseyi örnek verir. Bunlar hiç eşit olurlar mı?...” (Nahl: 75)

Bir başka ayette yaradan, kendisine şirk (ortak) koşulmasından duyduğu rahatsızlığı yine efendi-köle örneği ile (şanslı kullarını etkilemek için) şöyle dile getiriyor:
"Allah size kendinizden bir misâl vermektedir. Size verdiğimiz rızıklarda, (sağ elinizle satın alıp sahip olduğunuz) kölelerinizin de eşit sûrette hak sahibi olmalarina râzi olur ve birbirinizi saydığinız gibi bu ortaklarınızı sayar mısınız ki, bizzat yaptığımız işlerde bize ortaklar koşulmasına râzı olasınız?..." (Rûm: 28)

Bu ahlaksız ve adaletsiz sistemin en büyük destekçisi, doğasındaki yağmacı ve tehditkar yapıyla insanları terörize eden, beyin iğfal şebekesi din yalanı ve tüccarlarıdır.
Bilim ve doğaya aykırı olarak dere yatağına yapılan binalar, yollar, fabrikalar, ve tamamen batan, araçlar içinde, muhtemelen sahurun ardından yağmurun tınısı ile hoş bir uykuya dalan onüç şoföre mezar olan bir tır garajı..



Araçlardan, fabrikalardan sele kapılan mallar, müslümanlığı ile övünen bir ülkede, işte bir Ramazan gününde yağmalandı. Yağmalayanlar kimdi? Ateistler mi? Tabiki değil. Ana haber bülteninde gördüklerimiz son derece dehşet ve ibret verici gerçeklerdi. Bir adam (ki ben buna insan diyemem) selin getirdiği malları yağmalarken, kendise uzanan mikrofona “ORUÇ TUTMADIKLARI İÇİN BUNLAR OLUYOR!” diyordu. Muhtemelen selde canını veren zavallı bir insanın cüzdanını karıştırıp para, altın gibi değerli bişey ararken, kameraların kendisini çekmesini umursamıyor ve yaptığından hiç utanç duymuyordu. Öyle ya Allah, kafirleri cezalandırmış ve mallarını da ganimet olarak suyla ayaklarına kadar getirmişti. Yaptığı şey en doğal hakkıydı.
İşte İslam’ın hoşgörüsü, daha doğrusu linç ve öç kültürü. Müslüman ülkelerde halkın can güvenliği olmaz. Hiç olmadı.

Sakın ama sakın, kimse bunun o şahsın kişisel görüşü olduğunu, İslam’a mal edilemeyeceğini söylemesin. İslam’ın kaldırmayı amaçlamak bir yana kurumsallaştırdığı kölelik, yağma ve ganimet, o dönem sefil aşiretlerin geçim kaynağı idi. Hem İslam’ı yayma amacı ile yapılan cihat kavramının arkasındaki gerçek neden de yağma ve ganimet elde etmek değil miydi? Ganimetten kasıt burada savaş esiri olarak ele geçirilen köle erkek çocukları ile cariyelerdir, ki cariye, dişi köle demektir. Kuran, kölelik ve cariyelik haramdır demedi. Nasıl ki şarabı, faizi haram kılmış, köleliği de haram unsurlar arasına alabilirdi, öyle olsaydı biz de bugün helal olsun İslam'a derdik. maalesef diyemiyoruz.

Dişi kölelerin evli olsalar dahi müslümanlar tarafından eş olarak alınabilecekleri, veya para karşılığı başka erkeklere fuhuş amacıyla satılabilecekleri ayetlerle teminat altına alınmıştır:
"Cariyelerinizden iffetli kalmak isteyenler varsa/fuhuş yapmak istemiyorlarsa, o zaman onları dünya çıkarı için zinaya zorlamayın. Her kim ki onları zinaya zorlarsa, Allah bağışlayıcı ve merhametlidir." (Nur: 33)

Cariyelik ve kölelik kurumu, Kuran'da açık seçik dile getirilir, meşrudur.
Fakat, Kuran'da türban yoktur, çarşaf da yoktur.
"Muhammed hiçbirinizin babası değildir." (Ahzab: 40)
"Peygamberin eşleri müminlerin analarıdır." (Ahzab: 6)

Biz yine ölü soyguncusu akbabaya dönelim;
kameralar karşısında utanmadan bunu söyleyen, söylerken de akşam ana haber bülteninde onu gören gerçek insanların ekrandan yüzüne tüküreceğüni düşünemeyen bu asalak organizma unutmasın ki, “kutsal” Kabe de tarih boyunca sel baskınıyla defalarca yıkılmıştı. “7,4 yetmedi mi?” zihniyetiyle, insan hayatına değer verilen bir altyapı sistemi kurulması mümkün değildir. Yargılanıp hakettikleri cezaya çarptırılmak bir yana, sorumlular(belediye başkanları vs.) vicdan azabı bile duymaz. Suçu örtbas etmenin en harika yolu: "Takdir-i ilahi". Ortada bir cinayet var fakat suçlu katil değil, canını yitiren!. Zira bu dinci, gerici kafaya göre deprem, sel gibi doğal afet mağduru herkes günahkardır ve layığını bulmuştur. Allah canı istediğinde kimini öteki dünyayı bile beklemeden büyük bir kin ve nefretle helak etse de, gözde kullarına bu dünya “sınav salonu” olsa da, torpil geçerek zenginlik ve en güzel rızıkları gizli ve açık olarak yesinler diye bolca vermiştir.



Arap petro-dolarları, halkın kalkınma, eğitim, sağlık gibi ihtiyaçları yerine bu yalanın propagandasına harcanmaktadır. Örneğin H.Yahya’nın akıl ve bilim dışı iddialarla dolu kitapları milyonlarca liralık maliyetlerine rağmen bedava dağıtılmaktadır. Her köşeye cami yapılacak kaynak bulunurken yeni bir hastane yapılmamaktadır. Şehirlerin altyapıları afetlerde can alacağı bilindiği halde kaynak yetersizliğinden iyileştirilememektedir. Sonuçta ortaya sel mağdurlarının malını yağmalayan, ölülere ihmal değil takdir-i ilahi diyen canavar yaratıklar çıkmaktadır. Şimdi bu ölü yağmacısı insanların tuttuğu “oruç” kabul edilecek de, “huriler ve şarapla dolu cennet”le ödüllendirilecekse "cehennem", tek onurlu seçimdir. Kendine Müslümanım diyen önce İslam dinini iyice bir araştırsın. Kuran'ı mutlaka okusun. Eğer bilimsel ispat ve gerçeklere rağmen bu dünyadaki her şeyin “Allah’ın emri ve tercihi” olduğu iddiasını ve Kuran’ı; akıl,vicdan, ahlak, mantık ve insanlığına sığdırabiliyorsa varsın inanmaya devam etsin. Dünya tarih boyu zalimlerin zulmünü yaşamadı mı? Tarih tekerrürden (tekrar) ibarettir. Kölelik, vicadını satılık halkların gerçek kaderidir.

Hayvanlarla gerçek insan arasındaki kayıp halka çok büyük ihtimalle biziz
Konrad Lorenz.

31 Ağustos 2009 Pazartesi

AÇILIM DEPREMİ

Büyük Marmara Depreminin 10. Yıldönümünde, İzmit'te, Irak'ın idam edilen lideri Saddam Hüseyin'in depremin ardından Irak Kızılayı aracılığı ile yaptığı 10 milyon dolarlık hibe ile depremzedeler için inşa edilen 237 konutun bulunduğu bölgede olaylar çıktı. Seksen kadarına vali yardımcıları, Emniyet ve kamu kuruluşları müdürlerinin yerleştirildiği deprem konutlarına yine bir bürokrata ait eşyaları getiren kamyonu içeri almayan depremzedeler ile polis arasında arbede çıktı. Sabah görevlerine gitmekte olan vali yardımcıları ile kamu kuruluşlarının müdürleri sözlü tacize uğradı. Kocaeli Valiliği'nin, "süreniz doldu" diyerek polis zoruyla boşalttığı binalara vali yardımcıları, Emniyet Müdürlüğü ile ve kamu kuruluşları yöneticileri yerleştirildiği öğrenildi. Haklı tepkinin sebebi buydu.
Fakat her zamanki gibi "kendisine dokunulmadığı sürece" her haksızlığa sessiz ve seyirci
kalan insanlar, sıra kendine geldiğinde onu destekleyecek kimseyi yanında bulamaz.

Depremzedeler bürokratlara "Gece rahat uyuyabiliyor musun? Biz uyuyamıyoruz..
Utan utan, size ev mi yok? Bu evler depremzedelerin!
” diye bağırdılar.



Ramazana günler kala depremzedelerin bu konutlardan atılması günah değil midir?

***100 günahı silen dua..
Az sonra..
***

Saddam kimdi? Amerika'nın satın alamadığı, darbe veya suikastle işini bitirip yerine bir işbirlikçi kukla lider geçiremediği biriydi. (Bkz. Özgürlük yazısı) Savaş, işgal için son çareydi. Baba Bush'un yarım bıraktığı işi, bin bir yalan ve dolanla kamuoyu oluşturan Bush ibn-ül Bush bitirecekti. Saddam son nefesini darağacında verirken onun bağışları ile yapılan deprem konutlarında hala depremzedeler ikamet ediyordu.

Oysa bugün Amerikan işbirlikçileri, hak sahibi depremzedeleri zorla evlerinden çıkartıp, kendi bürokratlarını yerleştirmek için polisleri halkın karşısına dikiyorlar. Saddam bile bu halkı sizden daha çok seviyordu. Milyonlarca işsiz aç gezerken, işsizlik fonundaki paraya, mütahitlere aktarmak için el koymak şüphesiz ki büyük bir günahtır.

O, ABD'nin astığı adam, ülkesi emperyalistlerin ambargosu altında yoklukla kırılırken, halkına ilaç bile alamazken yok canıyla yapmış olduğu bu bağış, ABD yandaşı iktidarın seçmece bürokraklarına lojman olsun diye mi yapıldı? Saddam o bağışı depremzedeler için yapmıştı. Bu kadar basit. Bu halkı gerizekalı
yerine koymaktan utanmıyor musunuz? İzmit gibi zengin bir ilde bürokratınıza
yer bulmaktan aciz misiniz? O kadar düştünüz mü? Bu ne pişkinlik yahu!.
İnsan biraz utanır, Allah'tan korkar!. Din tüccarları Allah'tan korkmaz ki!..

Depremin ardından deprem vergileri geldi. Hala da ödüyoruz. Borcumuz hiç bitmiyor.
Toplam 20 milyar $ toplanmış 10 yılda. Bu paranın nereye gittiğini soramayacak mıyız?
Bu fon ile 60 bin depremzede aileye konut yapılırdı. Yapmayı bırak, Saddam'ın konutlarını bile yağmalıyorlar bu düşük tipler. Rezaletin hesabı çok net ortada.
Halk, devletten hesap soramıyorsa bu, beyinlerine "din" ile tecavüz edildiği içindir.

***100 günahı silen dua.. Az sonra..***

Bir açılımdır gidiyor. Bir türlü becerip açamadılar. Dansöz gibi kıvırtıp duruyorlar.
"Analar ağlamasın, karalar bağlamasın" mesajlarıyla tribünlerden taraftar toplama gayreti görülüyor. Açılımı açamadılar gitti. Anaların arkasına saklanıp timsah gözyaşları dökerek eşbaşkanlığını yaptıkları projenin (BOP) icraatını planlıyorlar.

Analar yüz yıldır, bin yıldır ağlıyor. Onlar, gözyaşlarına değil sadece ranta değer verir.
"açılım" dedikleri sadece, enerji ve su gibi tabi kaynak koridoru olması planlanan
bölgede emniyetin sağlanmasıdır. Putin'ler, Berlusconi'ler gelir, mavi akımlar, Nabuccolar imzalanır. Akraba Çalık'ın Ceyhan'da İtalyan ve Rus ortaklığıyla kuracağı rafineride Amerikan (Irak) petrolü işlenecek. Aydın Doğan’ın Yayın Holding'ine ve Petrol Ofisi’ne vergi cezaları.. Ceyhan’a rafineri yaptırmama mücadelesi ve sonunda AD’nin pes edip PO'yu satışa çıkarması.. Yakında Petrol Ofisi Çalık'a satılırsa hiç şaşırmayın.

Tezgahta herkese pay düşer. İşgal bitti şimdi savaşma değil yiyişme zamanı.
ABD'de uzaklardan gelip Irak petrolünün çeşme başını tuttu işte. Saddam'la savaşında ülkedeki en büyük müttefiki kimdi?. Onlara bi kıyak borcu var. Daha aşağıda hatta bağlanmak isteyen Katar'lar var. Hem bölgeye de su gerek. Manavgat suyu Kıbrıs üzerinden İsrail'e gidecek. Alarko projesini çizdi bile. Munzur suyu da Irak üzerinden Ortadoğu'ya satılacak. Ooh suyundan da koy..

Rüya gibi. şiir gibi. Hayat bayram olsa, bütün dünya buna inansa, bir inansa..
siz yine de inanmayın. Onlar Kürt, Türk vs. tanımaz sadece karlarına bakar.
Onların gözünde halklar harcanabilir ve yenilenebilir bir doğal kaynaktır.



Ne Papa'nın sahte cennetine, ne de sömürgecilerin barışına inanın.

Artık devir değişti. Emperyalist güçler itişip kakışmadan aynı kaptan yemlenmesini öğrendiler. Egemenlerin ittifakları göz yaşartıyor. Rusya'nın Nato'ya girmesinin bile konuşulduğu bir dönemde her açılım olur. Açılım kimin? Ranta göz koyan hepsinin.
Analar mı? Onları gene ağlatmanın bir yolunu bulurlar. Siz hiç merak etmeyin.
Binlerce yıldır savaşlarda nice insan öldü. Onlar anaları insan kaynağı fabrikası gibi görür. Asla gözyaşlarını umursamazlar. Vahşi kapitalizm bundan beslenir çünkü.
Onlar için "Barış, bir amaç değil, savaşlararası geçici bir dönem"dir sadece.

***100 günahı silen dua.. Az sonra..***

Emperyalizmin her aç'ılımı, halklara aç'lık olarak geri dönmüştür. Sadece işbirlikçiler tezgahtan bi parça otlanır. BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) eşbaşkanıyız diyenlerin açılımları, ileride yine çocuklarımıza kan olarak döner. Gün gelir şehitler de ölür.

Açılımın sonunda amaç ne?.. Geçilen bir kırmızı çizgi ve uzun soluklu bir projenin hayata geçirilmesidir. Irak’ta kurulacak bir Kürt Devleti. Açılımın amacı bunu Türkiye'ye kabul ettirmektir. Kandil’in meşruluğu böyle sağlanacak. Yalancının (ampulü) kandil’i yatsıya kadar yanar. Irak'ı parçalayıp kukla bir Kürdistan kurmak Amerikanın orta ve uzun vadeli staratejik planları arasındaydı. (Türkiye bunu asla kabul etmeyeceğini ve savaş sebebi sayacağını açıklamıştı bir zamanlar.) Onların danışmanı vardır, "bu adamı süpürüp atmayın, kullanın" der. Adamı her açılımda kullanırlar. İşte depremin açılımı veya açılım depremi. İşte halka bir türlü atamadıkları gerçek çalım.

* * *
100 günahı silen dua;
Her kim günde yüz defa "Tek olan Allah'tan başka ilah yoktur. O'nun ortağı yoktur.
Mülk-i Hakimiyet O'nundur. Övgü O'nadır. O'nun herşeye gücü yeter
" derse,
on tane köleyi hürriyetine kavuşturmuş gibi sevap alır.
Ona yüz sevap yazılır ve onun yüz günahı silinir.


Hadis-i şerif. Kaynak: Sağlam.
* * *

Depremde yakınlarını, evini, işyerini kaybetmiş ve tesadüfen hayatta kalmış
olanlardan 100 tanesini sokağa atmanın günahını, bu duayı 100 kere okumak silecekse
eğer, bravo! helal olsun diyorum. Atın, yakın, satın memleketi. Hepsi de yakışır.
Evet ölmesi gerekirken, kıl payı kurtulanlara mükafat gibi bir de ev mi verilecekti?



Son günlerin moda uleması Cübbeli Ahmet'ten nostaljik ve tokat gibi deprem yorumu geliyor:
"7,4 yetmedi mi? Allah vurdu mu öyle bir vurur ki, nereden geldiğini anlamazsın.
O Yalova, Çınarcık sahilleri fuhuş yuvası!. Adapazarı, Türkiye'deki reponun %75'i oradan.
"
Yobazlara göre tabiatın bir gerçeği olan deprem Allah'ın bir uyarısıdır!.

Binanın malzemeden çalınarak, mühendislik hesapları yapılmadan, bilime rağmen fay hattına yapılması durumunda, "Maşallah"yazılı boncuklar, "İnşallah"lar, "Allah korusun"lar yemez. Tedbir yoksa Allah korumaz. Yıkılır altında kalırsın. Şansın varsa belki kurtulursun. Üstüne bir de faizci ve fuhuşçu damgası yersiniz.

Allah'a inanmayan gavur Japonlar ise sağlam gökdelenler yapar da, en şiddetli zelzelede
bile yıkılmaz. Cehalet en büyük günahtır ve en ağır şekilde cezalandırlır.
O, kime çarpacağını iyi bilir. Her toplum layık olduğu şekilde yönetilir.

14 Ağustos 2009 Cuma

AÇLIK

Büyük yalanlar kadar görmezden gelinen büyük gerçekler de var. Onlardan biri: Açlık.
Dünyada her gün yaklaşık 25 bin kişi (her dört saniyede bir kişi) açlıktan ölüyor..

Ülkemizde de açlık sorunu var. Çöpleri karıştırıp yiyecek arayan insanları görmüyorsak bunun tek sebebi görmek istemememizdir. Zihnimiz hoşumuza gitmeyen şeyleri görmezden gelme ve unutma eğilimindedir. Bazı lokantalarda müşterilerin tabaklarda bıraktığı artıkları toplayıp, evlerine götürüp ailesinin karnını doyuran insanlar var. Bu, onlar için dua ederek yedikleri bir ziyafet. Siz hiç dışarıda yediğiniz bir yemeğin ardından tabakta bıraktıklarınızın akibetini düşünmüş müydünüz?

Dünya edebiyatının önemli eserlerinden biri olan, aç bir yazarın dramını (muhtemelen kendi hayat hikayesini) yazdığı “Açlık” isimli romanla, Norveçli Knut Hamsun, 1920 Nobel Edebiyat ödülü almıştı. Açlıktan kendi etini kesip yiyen bir adamın hikayesi..



Oysa bu insanların gördüğünüz gibi kesip yiyebilecekleri hiç eti yok. İşte bir deri, yüz kemik vücutlar.. Bu insanlar gerçekten çok aç.

Obez Amerikalılar.. Dev buzdolapları, market arabaları ve süper, mega, hiper vs. marketleriyle tüketim ve israfta rakip tanımıyorlar. Sadece Çinliler bile Amerikalılar gibi doğal kaynakları tüketerek (örneğin petrol) yaşamaya başlasalar, kaynakların yetmesi için altı adet daha dünya gerekir. Öyle tembeller ki her yere arabayla gitmekle kalmıyor, sürüşte rahat etmek için de, (küresel ısınmaya katkısı büyük) daha çok yakıt harcayan otomatik vitesli koca motorlu ciplere biniyorlar.

Bir ayağını bağdaş kurar gibi oturduğu yere kıvırıp, tek ayak ve elle araçlarını sürerken yakamadıkları kaloriler obezite olarak geri dönecektir. Onca kiloya rağmen Amerikalı insan açlık korkusu yaşıyor. Bu nedenle de ülkelerinin emperyalist ve terörist politikalarına alkış tutuyorlar. Yeni dünyaya geldikleri yeri unutup "God Bless Amerika!" (Tanrı Amerika'yı korusun) diye milliyetçi sloganlar atıyor ve karnını doyurmanın hatırına onur ve vicdanlarını satarak, Irak'ta mahkumlara yapılan işkence ve tecavüzlerden rahatsız olmuyorlar. Bencillik Amerikalılara özgü değil ki!. Vahşi kapitalizmin bireysel kurtuluşu öven bu temel yasası, bugün iyi bir hayat için bu ahlaksız sisteme ister istemez entegre olan her bireyin ortak noktasıdır. Sistem tüm çıkışları tutulmuş bir hapishane gibi.

Açlık korkusu genetiktir. Dünyanın büyük baş ağrısı ve belası Amerika'nın obez halkı, “fırtına yaklaşıyor” haberini alır almaz marketlere hücum ediyor. Bu arada Pasifik'te (Büyük Okyanus) oluşan fırtınaya Tayfun ve Atlantik'te (Atlas Okyanusu) meydana gelen fırtınaya da Kasırga denildiğini belirtmek gerek. Bir de bu kasırgalara Katrina gibi kadın ismi verilesinin sebebi de bir espiriye göre şudur: "İkisi de büyük bir gürültüyle gelir ve giderken evinizle arabanızı götürür!"

Dev marketlerin dev stoklarını dev alışveriş arabalarıya çekirge sürüsü gibi yağmalayan, evine cipler dolusu kumanya alan bu insanların dev kilolarındaki kalori stoğuna rağmen, aç kalma korkusu yaşadıkları bir gerçektir. İşte ekonomisinin ayakta kalması hep daha fazla tüketimesine bağlı “Amerikan Rüyası” ve diğer yanda gerçek açlık ve ayakta kalması gerçekten bir lokma yiyeceğe bağlı Afrika. Kaderi de kendi gibi kara kıta.. ve dünya gezegeninin kaderini belirleyen bir ülke. “Cesur Yeni Dünya”. Onların cesareti ve saldırganlığı, bizim yokluk ve sefaletimizdir..



Somali’li korsanlara karşı kahraman ordumuzun askerleri olan SAS komandolarının başarılarını alkışlıyoruz. Korsanların bu çağda hala var olmasına şaşırıyoruz. Bunun arkasındaki nedeni sorgulamıyoruz.. Korsanlar bir gazeteciyle yaptıkları röportajda aynen şöyle diyor: “Yaptığımızın doğru olmadığını biz de biliyoruz fakat, açlık her şeyin üzerindedir.” Açlık insanlığın evrensel sorunudur. Kaynakların %80'inin dünya nüfusununu %20'si tarafından kullanıldığı adaletsiz bir dünyada açlık sorunu çözülemez.

* * *
2001 yılında Türkiye’de yaşanan çok büyük bir dramı burada hatırlatmak istiyorum:
Birbirimizi unutmayalım da ne olursa olsun” diye başladılar ölüm orucuna..

Malatya Cezaevinde 1996’da evlenen Ali Ekber Doğan ve Havva Doğan çifti nikâhın ardından yeniden koğuşlarına dönerken, diğer mahkûmlar bu evliliği koğuşlarında halay çekerek kutladı. Ancak 2001'e gelindiğinde, F tipi cezaevlerine karşı başlatılan ölüm oruçlarına katılma fikri gündeme geldi. Ölüm oruçlarının hemen ardından 19 Aralık'ta bir operasyonu yapıldı. Mahkumların hiç bir talebini kabul etmeyen, pazarlık bile yapmayan dönemin adalet bakanı, ironik bir şekilde onlarca kişiyi katlettikleri kanlı Cezaevi baskınının adını “Hayata Dönüş Operasyonu” koyacaktı. Devletin koruması altında bulunması gereken, açlıktan ölmek üzere olan mahkumlara utanmadan “bunlar yiyor!” diyen ve bu terörist saldırıyı düzenleyen insanlar unutulacak mı?

Bu kanlı operasyonun ardından ölüme direnen tutsaklardan, Ali Ekber Doğan Sincan F Tipi Cezaevi'ne konuldu, Havva Doğan Malatya'da kaldı. Her ikisi de cezaevinde ölüm orucunu sürdürdü. Ali Ekber Doğan'ın durumu her geçen gün kötüleşti. Önce hafızasının bir kısmını, ardından bilincini kaybetti. 230 gün süren ölüm orucu yüzünden artık ölüm sınırına yaklaşan mahkûmlardandı. Havva Doğan da, durumu kötüleşince Numune Hastanesi'ne nakledildi. İkisi de tedavisi olmayan Wernicke Korsakoff'a yakalanmıştı. Havva kocasını hiç hatırlamadı. Yıllar önce yaşamını yitiren babasını hastanenin önünde bekliyor sandı. Kimi zaman da, bisküvisi ve çikolatasının çalındığını sanarak çevresindekilere sinirlendi. Oysa sadece su ve serumla beslenebiliyordu. Ali Ekber Doğan'ın yakınları, çiftin durumunu "Düğünlerini göremedik, şimdi ölümlerini seyrediyoruz" diyerek özetliyor.



28 yaşındaki Ali Ekber kendisini 8, 25 yaşındaki Havva da 6 yaşında hissetmeye başladı. Kendisini çocuk sanan Havva Doğan'a, Ali Ekber Doğan'ın kim olduğu soruldu. Havva Doğan, hastalık nedeniyle ayakta duramayan kocası için, "Bu amca kim? Neden burada yatıyor?" dedi. Havva, Ali Ekber'e göre daha neşeli, daha çocuk. Ali Ekber'den, Havva'yla aynı koltukta oturmasını istiyorlar. "Ben onu ilk burada gördüm ama hep ayağıma vuruyor. Ayağıma karışmayacaksa, yanıma otursun" diyor. Havva karışıyor söze: "Ben Onu tanımıyordum, burada gördüm. Ama hep yatıyor, biraz kalksın. Yatmaktan saçları düşmüş. Ondan basıyorum ayağına."

Ali Ekber'in bacağı, hastanede yatağa zincirlendiğinden, iltihap bağlamış. Şişlikler yeni inmiş. Ayağının neden bu kadar çok ağrıdığını sorduğumuzda, "Top oynadım. Bizim Madende en çok golü ben attım. Diğer takımdakiler, Kadirgiller de benim ayağıma vurdular" diye yanıt veriyor. Kalan yaşamları köyde geçecek. Bu dramatik söyleşiyi ağlayarak dinleyen akrabaları bundan böyle Havva ile Ali Ekberi ayırmayacaklarını söylüyorlar. Akrabalara göre Adalet Bakanlığı, bu insanları bırakarak iyilik yapmadı tam aksine bu insanları başından attı. "Hiçbir aile bu insanlara nasıl davranacağını bilemiyor" diyen akrabaları şöyle konuşuyor: "Çocuk deseniz çocuk değil, eskisi gibi hiç değiller. Biz ne olursa olsun onları ayırmayacağız. Tunceli'de, Ali Ekber'in anne babasının yanında, bir köy evinde yaşayacaklar."..

Oruç işte böyle tutulur. Açlıktan ölen Afrikalı cennete gidebilirse orada ne kadar yer bilemem fakat, sizi bekleyen lüks sofralarınızın başında, iftara kalan dakikaları saymak, bireysel kurtuluş ve kendi geleceğine yatırım amaçlı bencil bir eylem, veya çocukça bir oyundan veya toplumsal sürüye uymak için yapılan bir gösterişten başka bir şey değil. Bu ibadetler hep cennete gitmek için!

* * *
Cehennem ateşinde sonsuza kadar yakmakla tehdit etse de O, sizi seviyor..



Açlıkla terbiye eden, kimini de açlıktan öldüren bir tanrı, oruç bile tutmayan gavurlara bu dünyada rızıkı bol verse de, öteki tarafta cehennem onları bekliyor değil mi? Sanmıyorum.

Bir de “Ramazan bereketi” yalanı var. İşçilerin geliri mi artıyor? Birden gıda fiyatları mı düşüyor? Nedir peki bu bereket? Şudur: Aç insan alışverişte ihtiyacından fazlasını alır. İftar sofrasında çeşit bol tutulur. Bu zengin sofralar göze bereketli görünür. İsraf rekoru kırılır. Uzun süre aç kalan vücut, kıtlık sinyali verir ve yediklerini daha çok depo etmeye başlar. Ramazanda insanlar bu yüzden kilo alırlar! Mideyi dinlendirmek bir yalandır. Sindirim sistemi istem dışı çalışan organlardan oluşur ve kırmızı kaslar gibi dinlendirilemezler. Kalbinizi düşünün.. Ölene kadar sürekli atan ve hiç durmadan kan pompalayan bu organı nasıl dinlendireceğiz? Boş midede Hidroklorik asit salgısı artarak ülser türü hastalıklara neden olur. Beynin düzgün çalışmak için taze şekere ihtiyacı vardır. Özellikle yaz günlerinde susuzluk da çok ciddi zararlar verir. Orucun ve temelde açlığın zararları saymakla bitmez.

* * *
Çok izlenen güncel bir yemek yarışması var. Sataşma ve kavgaları profesyonel metin yazarları tasarlıyor. Adı “Yemekteyiz”. Kazayla izleyenlerden kimisi de “kafayı yemekteyiz” diyor.

..Rakibine puan vermemek için türlü yalan kıvırtan yarışmacılar: “Aç kaldım bu gece yiyecek bir şey bulamadım” diye emek ve nimetle dalga geçerken gülüyorlar. Bu utanmaz şovmenler malzemesi bol pideleri yemeyip çöpe gönderirken,
bu ramazan tutacakları oruç, bu günahı affettirebilir mi? Siz, mide bulandırıcı "Yemekteyiz" yarışmasında gecenin sürprizlerinde göbek atarken, bu adaletsiz dünyada insanlar açlıktan ölüyor. Bu büyük ahlaksız oyun ise her gece reyting için tekrar tekrar oynanıyor. Çilekli değil jiletli pasta yesinler. Diğerlerine karşı bu kadar kayıtsız, duyarsız bu insanlara sorsanız, hepsi de tanrıya inancı olan, sevgi dolu, iyiliksever ve güzel insanlardır. Süperdirler. Aslandırlar. Hayran olunasıdırlar. Onlar “Yemekteyiz” de yarışmadadır. Evet.. Hepimiz “Büyük Yalanları Yemekteyiz”. Oysa dünyada milyonlar, hatta milyarlar bu gece de aç yatıyor. Açkarnına uyumak ne kadar zordur. Sadece şansı olanlar yarını görebilecek..

* * *
Senede bir ay oruç tutulduğu halde neden açlıktan ölenler çoğunlukla Müslüman ülkelerden? Sosyal adaletin en az olduğu ülkeler İslam ülkeleri. Kadercilik ve bu dünyaya gereken önemi göstermeme nedeniyle ilerleyemiyor, Ortaçağ karanlığından çıkamıyorlar. İslam dünyası artık özeleştirisini yapmalıdır. Oruç işe yaramıyor.. Halk daha aç, daha yoksul ve daha sağlıksız koşullarda yaşıyor. Bilimsel ilerleme ve sanayi üretimine ilgi gösterilmediği için toplumsal kalkınma hayal bile edilemez. Petrol gibi zenginliklerden ise emperyalistlerle işbirliği yapan bir avuç hain azınlıktan başka kimseye pay yok.



Nahl Suresi 75. Ayet:

Allah, hiçbir seye gücü yetmeyen, baskasının malı olmuş bir köle ile, katımızdan kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve açık olarak harcayan (hür) bir kimseyi örnek verir. Bunlar hiç eşit olurlar mi?

Yaratıcı, insanları köle ve efendi olarak yaratmış ise açlık bir sınav yöntemidir. Onlar açlara yardım etmez. Çünkü sınava müdahale etmek olmaz. Allah onları açlıkla sınamak istiyorsa, rahmet yağdırıp rızık vermiyorsa buna saygı duymak gerekir. Açlara yardım etmek yanlıştır. Diğer taraftan da ironik bir biçimde oruç tutarlar. Bu, açlığı daha şiddetli hissedip bu duruma düşmemek için daha da hırsla bencilleşmeleri için bir eğitimdir. Aynı zamanda bu ibadet çoğunluğa uymak için yapılan bir gösteriştir. Onaylanma ihtiyacından ve sorgulamadan yapılan kültürel bir ritüeldir. Veya daha gençler için çocukça bir oyun ve eğlencedir. Ne olursa olsun küresel açlıkla savaşta hiç işe yaramaz. Bin dört yüz senede gelinen yer çok açık: Sefalet, açlık, sağlıksızlık ve adaletsizlik. Gerçekten inanan saf insanlara ise, kandırıldıklarından ve kullanıldıklarından başka söylenebilecek bir şey yok.


1994 yılında bu fotoğrafı Sudan'da çeken Kevin Carter hayalindeki Pulitzer ödülünü alsa da, üç ay sonra depresyona girip intihar edecekti. Bu akbaba, sürünerek yardım kampına ulaşmaya çalışan zavallı çocuğun ölmesini bekliyor. Peki bunun adı "kader" mi? Buna sınav veya kader diyen, kendine "insanım" demesin! Kader, bir yalandır. Önlenebilir afet ve felaketler, çoğu bebek ölümleri kader değil, cinayettir. Sorumlular etrafta rahatça dolaşıyor. Yeni cinayetler planlıyorlar. Bunu neden göremiyoruz?

Yalanların sesi gür çıkar, gerçeğin çığlığı ise sessiz..

Kimse kendini kandırmasın. Oruç yalan, Açlık gerçek..

7 Ağustos 2009 Cuma

ÖZGÜRLÜK

Özgürlük” herkesin ruhunu okşayan bir sihirli kelime. Bugün tarihte her zamankinden daha özgür olduğumuz fikri ise çok büyük bir yalan. Eskiden fiziksel kölelik vardı. Emeği karşılığı yiyecek ve barınak verilen o köleler, bugün asgari ücretli işçilerdir. Ücretli kölelik düzeninde ne yazık ki pek çok işçinin geliri, “özgür dünya”da bu en temel ihtiyaçlarını karşılamaya bile yetmiyor. Ortaçağın imparator ve kralları, modern zamanlarda yerini küresel dünyanın çok uluslu şirket patronlarına bıraktı. Sonuçları ne olursa olsun umursamadan karlarını artırmaya çalışan bir grup çok uluslu şirket patronu, eski zamanların krallarından farksız. Oyun, kuralları değişmiş olsa da aynen devam ediyor. Kölelik hep vardı, bugün de tek gerçeğimiz. Bunun farkında olmayışımızın sebebini ise Goethe, 200 yıl önce şöyle izah ediyor: “Kimse özgür olduğunu sanan köleler kadar umutsuzca köleleştirilmemiştir.

Artık sadece bireyler değil koca ülkeler bile köleleştiriliyor. Servetlerinin artırmak isteyen ve bu amaçla dünyanın en süper gücünü kullanan bu güçler, ilk olarak borçlandırma ve rüşvetlerle (iştah kabartan zenginlikleri yüzünden hedefe koydukları) “bağımsız” ülkelerin yerel yöneticilerini satınalma yöntemini denerler. İşbirliğine yanaşan liderler koltuğunu koruyup yağmadan payına düşeni alırken, “saygıdeğer” liderlerini heyecanla alkışlayan halkın
payına ise işsizlik, açlık, yüksek vergiler, geçim sıkıntısı ve gelecek kaygısı düşecektir. Çünkü borç batağına sürüklenen bu ülkeler özelleştirmeler ile sahip oldukları her şeyi, hatta umutlarını yitirirler. Bu aşamada Dünya Bankası ve IMF gibi emperyalist taşeronu kurumlar ve John Perkins gibi (itiraflarıyla meşhur) ekonomik tetikçiler yeterlidir. Uzaklardan ibret verici tarihi bir örnek için bkz. Ekvator.. İşsizlik ve sefalet rekor seviyede. 2000’li yıllarda yıllık gelirinin yarısı borç ödemelerine ayrılmak zorunda.

İlk yöntemle işgal edemedikleri ülkelerin vatansever liderlerine karşı CIA eliyle suikast veya darbeler tezgahlarlar. Bu ikinci yöntem bugüne kadar en çok kullanılan ve son 50 yılda çok işe yarayan bir yöntemdir. Böylece yeni seçilecek lidere, işbirliği yapmazsa başına gelecekler uygulamalı olarak gösterilmiş olur. Bu noktada yarım kalan misyon, algoritma gibi birinci yönteme dönülerek tamamlanır. Askeri darbeler yerini bugün daha rafine ve sivil bir darbe yöntemi olan “Turuncu Devrim”lere bırakmıştır. Burada medya, modern reklam ve pazarlama teknikleri kullanılarak, işbirliği sözü veren lider adayı için seçimlerden önce kamuoyu oluşturma, ve antiemperyalist adaylara karşı ise karalama ve çamur atma kampanyaları yapılmaktadır. Satılık yazar ve aydın kılıklı hainler her ülkede kolayca bulunur.


Bu yöntemlerin hiçbiri işe yaramazsa, bu vahşi sistem en acımasız ve kanlı yönteme başvurur: Savaş.. Hedef tahtasındaki ülkeye “özgürlük ve demokrasi” ordu eliyle götürülecektir. Para ve kar temeli üzerine kurulan ahlaksız bir sistemde demokrasi hiç olabilirmiş gibi.. Bunun güncel bir örneği Irak’tır. Büyük bir yalanla, büyük bir gürültü ve milyarlarca dolar harcayarak gittiler, milyonlarca masum insanın katili oldular. İşgal tamamlandı. Bombalar ve katliamlar kimin umurunda? Üst düzey sorumlular, devlet başkanları nereye gitse bugün alkışla ve saygıyla karşılanıyor..

Murphy’nin “Altın Kural”ı her zaman geçerli: “Altını olan kuralı koyar”. Karanlıktan beslenen bu ahlaksız ve iğrenç sistemde saygı ve itibar için dürüst ve temiz olmak gerekmiyor. Sadece “Güçlü olmak” yeterli.. Peki suç kimde? Sadece katillerde mi yoksa biraz da düzeni besleyen, ülkesi ve kendisi için köleliğe razı olmuş insanlarda mı? Ahirette kötülerin cezasını bulacağı fikri ruhi mastürbasyondan, rahat bir uyku için gerekli manevi tatminden başka ne ki? Onların umurunda bile değil. Kimseye acımazlar. Sadece kendi ailelerini düşünürler. Onların gözünde halk, cepte harcanmak için tutulan nakit kadar değerli değildir.

Soykırımlar, açlık, işkence, linç türü vahşetler de oyunun bir parçasıdır. O kadar açgözlü ve acımasızlar ki yaşayabilecekleri tek yer olan dünyayı bile felakete sürüklüyor oldukları gerçeği onları durduramıyor. Toprak, hava ve su hızla kirleniyor. Nüfus artarken yaşam alanları daralıyor. Vahşi şirketler birliği patronları “nasıl olsa bize bişey olmaz” düşüncesiyle gidişata kayıtsız. Kaderine razı kitleler ise yaşananları tanrı’nın evrensel bir projesi (takdir-i ilahi) olarak görmekte. Tanrının bu adalatsiz sömürü sistemine nasıl izin verdiğini sorgulayan yok. “Her şey insana düzenlenen bir sınav, bu dünya geçici” diyen kör inanç ve cehalet iktidarda.


Hürriyet hakkınızı, yaşama sevincinizi, hatta canınızı elinizden alan ve sizi zavallı bir şekilde korkutarak köleleştiren bir inanç ile özgürlük birlikte olamaz. İnanmak öğretilmiştir. İnanmak kolaydır. İnanmak topluma uymaktır. Dışlanma ve yalnız bırakılma tehdidine karşı koruma ve güvenlik sağlar. İnsanlar kolay olanı seçer. Sürüden ayrılmak tehlikelidir. Sisteme yamanmak, riski en düşük, hatta garantili seçimdir. En güzel, en akıllı ve en yetenekliler için çok cazip ve avantajlı üst düzey kölelik pozisyonları açıktır. Şansından başka birşeyi olmayanlar da, güce tapar, otoriteye yanaşır ve bir fırsatını bulsam da ben de “USB’den beslensem” diye ah çekerek bakar. Her göreve razılardır fakat, bunlar sayıca ihtiyaçtan daha çoktur. Kalabalıktan seçilenler, bir parça kemik için sahibine yamanan köpekler gibi hemen itaatle efendisine boyun eğmeye, vefa ve minnetle her emri sorgulamadan yerine getirmeye başlar.

Oysa insan doğasında bu satılmışlık yoktur ve tüm kurumları ile yozlaşmış bir sistemle uyum içinde yaşamak, sağlıklı olmak demek değildir. Geçenlerde ABD’nin Utah eyaletinde 7 yaşında bir çocuk, babasıyla kiliseye gitmemek için evin otomobiliyle uzaklara kaçmış, "kırmızıda geçen şoförsüz bir otomobil gördük!” ihbarıyla bölgeye intikal eden polisleri de 70 km.’ye varan hızla aracı sürüp dakikalarca peşinden sürüklemişti. Bir evin önüne park edip bahçeye kaçan çocuğun görüntüleri olmasa bu haber inanılmaz. Hayali kahraman “Spiderman”lere inanmayan, bu özgür ruhlu zeki çocuklar, insanlığın kurtuluş umudu ve aydınlık yarınlarımız olabilir. Yeni çağın çocukları internette özgür ve doğru bilgiye ulaşma şansına sahiptir.

Yetişkinleri ise üç kategoriye ayıralım. Gerçeği bilmeyen ve sorgulamayan cahiller, özgürlük için sömürüye karşı savaşıp bu uğurda can verenler ve gerçeği görse dahi hayatta kalmak için sessizce itaat edip köleliği yaşayanlar. Bu son grup farklı olduğunu düşünse de, mükemmel örgütlü sistem için bir sinek vızıltısı bile olmayan kuzucuklardır ki bunlar bilinçsiz cahillerden çok daha büyük suç ortağıdırlar. Bunlar idealist, çalışkan ve eğitimli oldukları için genelde iyi işlerde çalışan, efendilerine daha çok kazandırıp kendileri de iri bir parça kemik kapabildiklerindan; aç ve cahil çoğunluk tarafından kıskanılır ve sefaletlerinin sorumlusu olarak afişe edilerek, fırsatını bulanlar tarafından linç edilmek istenirler. İşte bu kesim zamanla evrim geçirerek nihayetinde kendi can güvenliği için güçlü efendisinin arkasına saklanır da oradan liberalizm ve demokrasi diye anırıp durur. Evrim geçiremeyip özüne dönen bir avuç onurlu azınlık ise hak ve özgürlükler için, eşitlik için marjinal gruplarından kimsenin dinlemeyeceği sloganları atar durur. Özel gün ve anmalarda sahnede gaz bombası ve copu yiyeceği yeri çoktan hazırdır!. Onlar potansiyel “terörist” adayı ve sistemin “özgürlük karşıtı” olarak pazarladığı masum suçlularıdır. Hatta kötülük üzerine kurulu bir düzende, sadece iyi olmak hatasını işledikleri için kaybedenler tarafında kalırlar. Sistemin kolluğu, kendilerine bir işe yarama fırsatı verdikleri için bu gariplere ne kadar teşekkür etse azdır. Oysa gerçek teröristler pahalı elbiseler giyer ve hiçbir eylemden önce slogan atmazlar!. İşledikleri cinayetler "devlet sırrı" kapsamında gizlenir. Vergi mükelleflerinden gelen mali kaynaklarla her türlü olanak ve silaha sahiptirler. Sistem, kendi hesaplarına illegal iş çevirip de deşifre olanlar haricinde onların peşine düşmediğinden özgürdürler ve dokunulmazlıkları vardır.


Eski imparatorlukların yerini yeni tür imparatorluklar aldı. Artık yeni efendiler, bir avuç patrondan oluşan “Küresel Şirketler Birliği”. Milyonlarca kişi daha büyük servet sahibi olsunlar diye onlara çalışıyor. Milyonlarca askerden oluşan orduları yöneten devletleri, perde arkasından yönetiyor, politikalara yön vererek bireysel çıkarları için dünya savaşı çıkartmaktan bile kaçınmıyorlar. Önce ordulardaki askerlere şehirleri yıktırıyor, sonra şirketlerinde çalışan işçilere yeniden inşa ettiriyorlar. Çalışıyorlar.. Çalıştırıyorlar.. Boş durmayı pek sevmiyorlar!. Çünkü iş hacmi arttıkça karlar artıyor, servetler çoğalıyor.

Kişisel ihtiraslarının gerçekleştirilmesi vaadi karşılığında insanları yetenekleri ile eleyecek ve oyalayacak bir sistem işte kurulmuş durumda. Değerli birşeylere sahip olma arzusu ile gelecek kaygısı, sistemle işbirliği ve entegrasyona davetiye çıkarıyor. Güzel bir ev.. iyi bir otomobil, biraz nakit varlık fena mı olur? Tabi bunların bir bedeli var. İşbirliği yapacak ve kendini kanıtlayacaksın. En iyisi olacaksın ki efendin de gözünün içine baktığında hem sana bir parça kemik atsın, hem de sana yönelik fiziksel bir tehdit olduğunda, yasal silahlı kolluk güçleri ve (kendi sistemini korumak amacıyla yazdığı) kanunlarla emniyete aldığı bu, temelinde evrensel hukuk bulunmayan düzende seni korusun..

Ayrıca sistem o kadar da sıkıcı değil; insanların zihinlerini uyuşturup boş vakitlerinde eğlendirecek bazı şeyler de düşünülmüş: Sinema, futbol, video oyunları, müzik grupları vb. bunlardan sadece birkaçı. Bunları beğenmeyen maneviyatçı kesim için de “İlahi adalet” temelli, ibadete karşılık “her istediğinin anında gerçek olacağı bir cennet” vaatli tek tanrılı dinlerimiz var. Hatta alt tarikat ve mezhepleriyle de değişik liglerden değişik takımlar tutmak gibi zengin bir menü var bile diyebiliriz karşımızda. “Ey inananlar!, şimdi sistemin ahlaksız doğasından kaynaklanan dertlerinizi ibadetle yıkayın, yarın daha büyük sömürülere alet olacaksınız!.” Akıl sağlığınız için bu arınma, eğer futbol maçı veya sinema ile kafayı formatlayamadıysanız iyi bir alternatif olabilir.

Daha da olmadı yasal (alkol) veya yasadışı kafa buldurucular da mevcuttur. Yakalanmamak ve size verilen işleri (sağlığın bozulması gibi nedenlerle) aksatmamak kaydı ile bu kafa temizleyiciler seçenekler dahilindedir. ABD’nin tükettiği eroin Afganistan’da üretiliyordu. Taliban güçlenip afyon tarlalarını yakmaya başlayınca, istihbarat bilgileri dahilinde gerçekleşen 11 Eylül’ü bahane edip Afganistan’a saldırdılar. Bir Usame Bin Ladin’i hala bulamadılar! fakat, dünya eroininin %90’ını burada üretiyorlar. Her sene de yeni bir üretim rekoru kırılıyor!. Bu tür ticaretlerden aslan payını alan emperyalist güçler, zehir çarkının dönmesine ses çıkarmıyor.

Payını alamaz ise hakim kartele ölümcül darbeyi indirmek, Kolombiyalı meşhur kokain tüccarı Escobar örneğindeki gibi farz oluyor. O Escobar ki, operasyondan birkaç yıl önce affedilmesi karşılığı ülkesinin tüm borçlarını ödemeyi teklif etmişti. ABD’den günde (90'ların koşullarında) yarım milyon dolar kazanıyor ve bir kısmını getirip varoşlarda yerli halka minibüslerle dağıtıyordu. Fakat bu durum, tezgahtan nemalanamayanlar için hoş birşey değildi. Escobar’ı yok edip işbirliği yaptıkları yeni karteller kurdular. Bugün Kolombiya’dan Amerika’ya kokain ticareti eskiden olduğundan daha az değil. Fakat nedense peşinde oldukları bir Escobar yok!.. Yoksa her isteyen bu ticareti yapamasın ve kar marjları da yüksek olsun diye mi bu ticaret suç? Bu işi önlemenin tek yolu talebi azaltmaktır.

Her türlü kirli tezgahlarında işbirliği yapar ve uyum içinde çalışırsanız saygıdeğersiniz, yerel bi kralsınız. Eğer halkın ve ülkenizin çıkarlarını düşünüyorsanız teröristsiniz. Özgürlüğün sınırları işte bu. Ahlaksız işler çeviren gruplar, iş “ahlak ve vicdan” temasına gelince de mangalda kül bırakmıyor. Tanrıya en çok inanan ve “ahlak sahibi” olan onlar! Ekonomik güçleri ile senatör seçilip, bilimsel olmayan deli saçması batıl inançları (sistemi beslediği için) savunurken de, "seçilmek için zeka testi gerekmiyor ki!" diyebiliyorlar. Bu sahtekarlar çevirdikleri dolaplarda değil fakat, belki mabetlerde yaptıkları ayin ve ibadetlerde samimidirler diyeceğim de hiç içimden gelmiyor. Olsa olsa bu ancak bir maske ve kandırmacadır. Öyle olmasa da bu gösterilerin hiç gereği yok. Çünkü ahlakın kaynağı din değildir. İyi bir insan olmak için tanrının gazabıyla sindirilmek, veya "kaz gelecek yerden tavuğu esirgememe, bir koyup yirmi alma" mantığında iyilik yapmak hiç onurlu bir yol değil ki!.

Yalandan arındırılmış, ezberci olmayan, yaratıcılığı özgür bırakan, bilimsel ilkeler üzerine kurulmuş bir eğitim sistemi ve sağlıklı hayat koşulları sağlamak örnek bir insan yetiştirmek için yeterlidir. Aç bırakıp işkenceyle korkutarak terbiye etmek, hayvanlara uygulanan ilkel bir yöntemdir. Hem bizi doğal eğilimlerimiz için suçlayan ve cehennem ateşlerinde yakmakla tehdit eden dinlere, boyun eğerek nasıl özgür olabiliriz? Örneğin 1400 sene önce ölüp gitmiş Ebu Leheb’e, hala günde beş vakit beddua ederek ibadet etmemizi bekleyen kindar bir tanrı, nasıl bizi seviyor olabilir ve bizden de sevgi bekleyebilir?


Ey insanlar! sizi açlıkla terbiye eden görünür veya görünmez efendilerinize karşı duramazsanız nasıl özgürleşebilirsiniz? Tanrı insanın hayal gücünün bir eseridir. Özgürlükleri kısıtlayıcı her din, kişisel ve sosyal gelişimin önünde bir engeldir. İnsan, kendi kurduğu tuzağa düşerek özgürlük peşinde koştuğu evrimsel süreç sonunda maalesef umulmadık bir şekilde köleliğine razı olmuştur. Sadece ölümden korkmak, veya sonsuz yaşama arzusu ile bunu açıklayabilir miyiz?

Yaratıcı ve üretken zekasını “off” konumuna alarak; önlenebilir afet, hastalık ve açlık karşısında eylemsiz ve aciz kalıp, bunları “tanrının öfkesi” olarak kabul etmesi, kendisine hayatı ve yaşam alanı sağlayan dünyaya ihanet ederek, sahte cennetler peşinde vurgunculuk (spekülatörlük) yapması gönüllü bir kölelikten başka birşey midir? Bu kadar içiçe geçmiş kirli ittifaklar varken bu canavarlaşan sistem nasıl durdurulabilir. Herkesten ve her şeyden kaçmadan nasıl özgür olunabilir? Yüreğinde büyük yalanlara karşı isyan ateşi olmadan nasıl özgür olunabilir?.. Korkak insan özgür olamaz. Koyun sürüsündeki bir kuzu gibi itaatkar olur. Sadece izler ve taklit eder. En baştaki uçurumdan aşağı atlayınca, sürünün kalanı da sırayla peşinden atlayıp, topluca intihar eden koyunlar gibi..

Eşitsizlik, adaletsizlik, hırsızlık, hukuksuzluk, yalan ve ahlaksızlık bu kadar revaçta iken; sadece itaat ederek ve kul olarak kitlesel mutluluklar yaşanabiliyorsa, “Özgürlük” ne demek?? Hem insanların iş, eğitim, sağlık, barınma gibi temel ihtiyaçları için ahlaksız ve haksız bir rekabete zorlandığı, hatta açlıktan öldüğü veya birbirini Ruanda'da ve Çin’deki gibi vahşice linç ettiği bir dünyada insanlığından utanmayan bireyler “özgür” olsalar ne olur, olmasalar ne olur?

Kimse kendini kandırmasın. Özgürlük yalan, kölelik gerçek..

21 Mayıs 2009 Perşembe

ZAMAN

İnsanın kendisine söylediği Büyük Yalanlardan biri de "geçmişi" ve "geleceği"dir.
Bu yalana kandığı için de hayatını tekdüze yaşar ve ölür.

Gerçek olan sadece şimdiki zamandır. "Şu an" eğer kalbimiz atıyorsa vardır. Atmıyorsa zaman da yoktur. Zamanın hız ile göreceli olduğunu da Einstein, İzafiyet Teorisi'nde göstermişti..

Yerçekimi ve zaman birlikte, herşeyi entropiye uğratıp dağıtan, yok eden, öldüren büyük güçlerdir. Güzellikler üretmek için zamanın getirdiği entropiye ve yerçekimini yıkımına rağmen hayata tutunmak, ve emek harcayıp üretmek gereklidir..



"Sarhoş olun! Ama neyle? Şarapla, şiirle, ya da erdemle, nasıl isterseniz. Ama sarhoş olun ve bazı bazı, bir sarayın basamakları, bir hendeğin yeşil otları üzerinde, odanızın donuk yalnızlığı içinde, sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün geçmiş bir durumda uyanırsanız, sorun, yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saate sorun, her kaçan şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye sorun, ’saat kaç’ deyin; yel, dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir karşılığını: "Sarhoş olma saatidir. zamanın inim inim inletilen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle, ya da erdemle, nasıl isterseniz." (Charles Baudelaire)

Zamana bağımlı olmak bizi köleleştiriyor. Sistem hepimizin koluna bir saat bağlamış.
Modern dünyada sabah uyanma özgürlüğümüz bile yok. Çalar saatler bizi işe çağırıyor.
Oysa gelecek için çalıştıkça, an'ı yitirip kendimizden uzaklaşıyoruz.

Özgür olabilmek sadece an'ı yaşamaya bağlı. Rezil olmak veya zor duruma düşmekten korkmadan, başkasının senin hakkında ne düşündüğünü umursamdan yaşamak.. Gerçek özgürlük işte budur. Hesapsız ve belirsizce.. Özgürce.. Plan yapmadan yaşamak insanın en dürüst ve yalın halidir. Bu saf halde yaşayan biri, bir kuş gibi özgür ve hafiftir. Zamandan özgürleşmeden bu yalandan kurtulunamaz zaten. Ölümden sonra hayat olmadığı gerçeğini kabullenmek, zamanı daha anlamlı ve özgürce geçirmek için bir dürtü olabilir. Zira ölümlü ruhlarımızı için, yerine konması mümkün olmayan şeylerden biri de zamandır.

Her şeyin kendi ve diğerleri etrafında dündüğü ve aslolanın cansız maddeler olduğu
sonsuz evrende hayatın bir gezegende oluşumu ve evrimi tek kelime ile mucizedir.



Hidrojen atomlarının helyum'a dönüşmesi sırasında çok yüksek ısı ve ışık üreten güneşler, etrafında dönen gezegenler için, -273,15°C mutlak sıcaklıktaki soğuk ve karanlık evrende, entropiye karşı fırsat yaratabilecek, yani yaşam oluşturabilecek ideal koşullar için yanan birer umut ışığıdırlar. Evrende bu koşulları sağlayabilecek çok sayıda güneş sistemi olduğu tahmin edilmektedir. İşte yaşam alanımız olan mavi gezegen de böyle bir yerdir.

İnsanlar, aklı bu mucizeyi almadığı zaman mitolojik efsane ve hurafelerin tuzağına ve kucağına düşerler. Tüm bu gezegenin bir "sınav salonu" olduğunu ve başka bir yerde "OL!" deyince her istediklerinin olacağına sandıkları bir cennet olduğuna ve öldükten sonra gözlerini orada açacaklarına inanırlar!. Çünkü bu onlara öğretilmiştir. İtaatkarlıkta ve uyanıklıkta sınır tanımayan bu çoğunluk herşeyin doğrusunu bilir.. Bütün kainat onun için yaratılmıştır. Ondan değerlisi evrende yoktur!. Bitkiler de sadece süs için yaratılmıştır zaten!..

Afrika anakarasının Anadolu'yu kuzeye ittirmesiyle yaklaşık 100 milyon yıl sonra Karadeniz yok olacaktır. Anadolu her sene 1-2 santim kuzeye ilerlemektedir. Fakat 70 yıllık ömrünü sahilde balıkçılık yaparak bu denizin kıyısında geçiren biri, kendi gördüklerine bakarak kuzeye yaklaştığını ve bir gün önündeki koca denizin yok olacağını anlayamaz. Onun ömrü bu süreçte o kadar kısadır ki, değişimi görmeye asla yetmez. Oysa jeofizik ve levha tektoniği bilimi bunu ispatlamıştır. Değişim uzun zaman alsa da cansız dünya da canlılar gibi değişim geçirmektedir.

Evrim de böyledir. Fakat pekçok insan, ömrü bunu görmeye yetmediği, aksine inandırıldığı ve işine de gelmediği için evrim gerçeğini kabullenmez. Ortalama bir insan ömrü akan zaman içinde çok çok kısadır.
10 saniye herhangi bir şeye bakın; ağaca, taşa, ota veya kediye.. Hiçbirinin bu kadar sürede en ufak bir şekilde değiştiğini göremezsiniz. Bu onların değiştiği gerçeğini değiştirmez. Değişim her zaman ve her yerde sessizce gerçekleşmektedir..

Evrim çok uzun zamanda gerçekleşir. Bu perspektiften bakamayan biri için, ispatlanmış teorilerden biri olan evrim teorisine laf atmak kolaydır. Bilim ve akıl bu cahil ve kurnaz insanlar için değildir. Dürüst ve emeğe saygısı olan, üretken ve sevgi dolu insanlar içindir. Halk kendisi için iyi ve güzel olanı seçme özgürlüğüne (kısmen ve riskli de olsa) sahiptir. Fakat kendisini kandıranların peşinden gitmeyi sever..

Bilimin yolundan gidenlerin çağlar boyunca kilise ve cami gibi mabetlerde işi, ve dincilerle arası olmaması bundandır. Galilei Galileo'yu idam etmek dünyanın yuvarlak olduğu ve güneşin etrafında döndüğü gerçeğini değiştirmemiştir. Değiştirmediği bir başka gerçek ise maalesef, kilisenin yalandan gelen ve sömürü sisteminin işine yarayan akılalmaz etkisi ve gücüdür..

Entropiye karşı zefer kazanan ve güzelliği ile başdöndüren hayat'ın, gözümüzden kaçan mucizelerini dikkat edersek her yerde görebiliriz..
Yerçekimi bu bahiste zaman ile beraber entropi (yıkım-ölüm) üreten müttefik güçler olarak anılmıştı. 1643-1703 yılları arasında yaşayan İngiliz matematikçi, fizikçi, mucit, filizof, simyacı ve büyücülerin sonuncusu Isaac Newton meşhur Yerçekimi Kanunu ve F=M*A (kuvvet=kütle*ivme) formülünü bulmuştur. Din ve kilise ile arası ise diğer aydınlar gibi iyi değildi. Papa'nın sahte cennetine inanmıyordu. Toplumda da inananların azalmakta olduğunu farketti.
Üşenmedi ve İsa'ya inananların zamana bağlı sayısal değişimini hesaplayan bir fonksiyon geliştirdi. Bu formüle göre, 3150 yılında dünya yüzeyinde İsa'ya inanan tek bir kişi kalacaktı.. Peki sizce bu yalanlardan kurtulmak için, 1000 yıl daha beklemek zorunda mıyız??

19 Mayıs 2009 Salı

ÖZEL MÜLKİYET YALANI VE MODERN ÇAĞIN SONU

Özel Mülkiyet herkesin kolayca inandığı bir başka büyük yalandır. Genlerden gelen bencilliğimiz ve kendi soyumuzun devamı için miras yolu ile servetimizi çocuklara aktarmayı sevdiğimiz için, kapitalizm; ruhlarımızı okşayan ve
çok taraftar bulan modern dünyanın en güçlü ekonomik sistemdir. Oysa özel mülkiyet yalandan da öte bir hırsızlıktır. Zira teknolojisiz bir dünyada doğa, mükemmel bir ahenk içinde milyonlarca yıl, bin bir çeşitlilik ve zenginlik yaratmışken, endüstri devrimi ile oluşan modern sanayi toplumlarında, (eninde sonunda etropiyle yıkılacak) yollar, binalar ve paslanacak arabalara sahip olmak için doğanın dengesini bozup, türlerin soyunu tüketecek kadar çeşitli zehirler üretiyoruz. Bu, dünyanın içinde yaşayan diğer türler kadar bizi de tehdit ediyor. Fakat doğa, teknolojiyle kendisinden çalınanı geri alacak, bugünkü dünyayı da eski uygarlıklar gibi zamanla toprak altında bırakacaktır.

"Doğa teknolojinin tam karşıtıdır" diyerek ona dönme çağrısı yapan Harvard'lı matematik profesörü Theodore John Kaczynski'nin (nam'ı değer unabomber) eylemlerine son verme karşılığı ABD'nin büyük gazete ve dergilerinde yayınlattığı manifestosunda, teknolojik ilerleme büyük acılara neden olduğu için endüstriyel sistem yıkılmalıdır derken; sisteme entegre olmuş ve ona bir tehdit olması mümkün olmayan modern solculuğun temelinde, beceriksizliği yüzünden pastadan yeterince pay alamamış olmanın yarattığı aşağılık duygusu ve herkesin rahatça yapabildiği yalan söyleme, ufak tefek hırsızlıklar, trafik kurallarını çiğneme gibi ahlaksızlıkların kendi vicdanlarında yarattığı utanç ve öznefret hissi olduğunu söyler. "temiz toplum, dürüst siyaset" söylemi ile kendini gösteren bu "aşırı toplumsallaşma" duygusunun insanı topluma psikolojik bir tasma ile bağlayıp özgürlükten mahrum bıraktığını söyler. Montana'da teknolojiden (elektrik, su dahil) hiçbir iz bulunmayan kulübesinde kardeşinin ihbarı üzerine yakalandığında senede 300$ ile geçiniyor, bir eyaletten diğerine yürüyerek gidiyor üniversitedeki görevlerinden istifa ederek sistemin onun gibi yetenekli dahilere vaad ettiği "iyi bir hayat"ı reddediyordu. Ted'in bireysel savaşı da, sistemin zırhına bir sinek gibi çarpıp yok olacak, manifestosu kimsenin umrunda olmayacak ve aldığı ömür boyu hapis cezası ile demir parmaklıklar ardında ölene dek sessizce oturacaktı.. Son derece güçlü ve örgütlü otoritesiyle, devletler üstü bir güç olan sistem, rahatça kontrol edebildiği herkese açık muhalefet kanallarıyla, bireylerin elindeki son kurtuluş umudu ve enerjisini de yok edecekti.

Vahşi kapitalizm, "adalet mülkün temelidir" sözünü yazdığı bayrağında, mülk ve servet sahibi olmayı (dünyada mekan ahirette iman diyen dinlerin de desteğiyle) maddi ve manevi olarak kutsallaştırırken, servetin miras yolu ile devredilebilmesi, modern dünya tarafından bir "özgürlük ve hukuk zaferi" olarak benimsenerek, "özel mülkiyet", uğruna çalışılıp bir ömür verilecek kadar önemseniyordu.

Peki bu ne kadar doğru? Tüketim ve özel mülkiyet nedir? Neye, ne pahasına ve ne kadar sahibiz? Tüketim toplumu, bizi birşeylerimiz olduğu yanılsaması ile köleleştirirken, aslında sahip olduğumuz hiçbirşeyin mezarda çürüyüp gübre olan bedenimiz kadar doğaya faydası olmadığı gerçeğini farketmeyelim diye zihnimizi sürekli reklam bombardımanına tutuyor. Hiç ölmeyecekmişiz gibi "daha fazla satın almak için çalışarak" yaşıyoruz. En başarılılarımızın kendilerini dış dünyadan yalıtarak yalnızlığa mahkum eden, jiletli tellerle çevrili, güvenlikli sığınakları var. Hepimiz iyi veya kötü barınaklarımızda kişisel servetlerimizin yarattığı sahte güven ve mutluluk duygusuna sıkıca sarılarak yaşıyoruz. Özgür olduğumuzu sandığımız için tarihin en umutsuz köleleleriyiz. Spartaküs, DVD arşivimizdeki tarihi bir sinema filmi sadece.. Chaplin ise ancak çocuklara göre!!

Mal edinme ve birşeylere sahip olma hırsı, güzel günler yaşamak için bir hazırlık dönemi değil, arsız ve sınırsızca bir biriktirme çabası olarak kalıyor. Varlıklı olanlar dahi ömrünün sonbaharında bile hayatı keşfetmek, fotoğraf makinesini eline alıp dünya turuna çıkmak için çalışmayı bırakmaktansa; hastalanıp gücünü hepten yitirene kadar çalışıp, cimri ve ruhsuz zavallı ihtiyarlar olarak ömrünü yapayalnız ve sevgisiz tamamlıyor. Dışarıda gürül gürül akan bir dünya yeşil vadilerdeki nehirlerden bizi maceraya çağıran, çağlayan bir türkü tutturmuşken, neden doğaya izole ofislerde ömrümüzü tüketiyoruz? Modern dünyada endüstri devrimi ile insanoğlu, türünün köleleştirilmesinin en karmaşık ve kusursuz uygarlıklarını yarattı. Charles Chaplin'in 1936'da (yönetmen, oyuncu, besteci, yapımcı, senarist, vb. olarak) çektiği Modern Times (Modern Zamanlar) filmi bu konuyu işleyen harika bir sanat eseri ve sinema sanatının taçlandığı zirve noktası olarak defalarca izlenebilir.

Çok kazanan ve çok harcayan (Beckham Ailesi gibi) modern çağ kahramanlarımız var. Bu idollerin billboardlardaki resimleri, gerçekte bize de bir fırsat olduğu konusunda umudumuzu yitirmememiz ve sisteme küsmememiz için asılmış birer ışıklı uyarı panolarıdır. Diğer taraftan Michael Jackson'un tonla serveti içinde ölümsüzlük peşinde umutsuzca koşarken gömüldüğü pisliği ve içler acısı tükenişini ibretle görüyoruz. Hala yaşayan ölü adayları olarak bizler, seçme şansımızın olmadığı hayatlarımıza tüm gücümüzle asılırken ve şansımızın peşinde umutsuzca koştururken dünyanın hızla kirlenip tüketilmesine de ortak oluyoruz.

Gündüz Hoca'nın, "Gündelik Hayatta Totalitarizm - Cehenneme Övgü" kitabında dediği gibi; "Bırakın onlar oyunlarını oynasın, iktidarın en büyük korkusu muhalefet değil, ciddiye alınmamaktır." Sistemi ciddiye alıp tüketim bağımlısı olduğumuz oranda onun bir parçası ve kölesi oluyoruz. Ferrari'sini satan bilgelerimiz bile, ermişlik sırlarını yazdığı ve çıkış yolu arayanlar için kurtuluş haritası dağıtan(bestseller) kitaplarından kazandıklarıyla ferrarilerini iki tane olarak geri alıyor, sistem oyunu kuralıyla oynayanları cazip ödüllerle mükafatlandırıyordu. Herkesin peşinde koştuğu gizli formül (the secret) bile "yeterince isteyince olur" diyerek bir başka kişisel gelişim kitabında özetleniyordu. Sistemin, vitrine koyduğu gösterişli ve cazibeli ürünlerle göz boyayan, şanslı azınlığın zenginlik ve mutlu yaşantısını her gün medyada gösterip de onlara (çok ufak bir olasılık da olsa) dahil olma imkanını özgürlük diye bize yutturan bu manyetik çekim alanı, herkesi yutan bir karadelikten başka birşey değildir. Sistemin bireysel vaatlerinin yanında, dünyaya kaybettirdiklerini kim görüyor ki?
Ölümsüzlük inancıyla kutsadığımız hayatlarımıza, üstün amaçlar ve tanrısal varoluşçu sebepler buluyor ve kendimiz için yaratıldığına inandığımız bu dünyada diğer türleri egolarımıza kurban ediyoruz. Su, hava ve toprak kalitesi her geçen gün düşüyor. Ormanlar azalıyor, denizlerin altı naylon poşet, üstü deniz anası ile kaplanıyor. Çöller ise her zaman yayılma eğiliminde. Çölün tekrar yeşertilmesi mümkün değil. Şu kısacık ömürlerimizde kaybettiklerimizi bir daha geri alamayacağımızı görüp de doğayı küstürmeyelim diye hiç özen gösteremiyoruz. Kendi evlerimizin bahçesindeki bir avuç yeşillik bize yetiyor da artıyor bile. Küresel ısınmayla türümüzün ne büyük bir tehdit altında olduğunu göremiyoruz.

İnsanlığın bencil genlerinin zaferi olan vahşi kapitalizm mavi gezegeni döndüğüne pişman ediyor.. "Bu dünya zaten yalan" dedirten, bencilliği tavana vurmuş genlerimizle, evrim sürecinde kendi dahil tüm canlılar için en tehlikeli tür olarak birincilik tahtımızda kibirle oturuyor ve bize karşı hiçbir silahı olmayan, adına da utanmadan "vahşi doğa" dediğimiz ortamda yaşıyan zavallı türlere acıyarak bakıyoruz.

Sistemin insanları uysallaştırma projesinde, efendisinin gözüne bakan itaatkar köpekler için, önüne atılacak birkaç kemik her zaman vardı. Fakat gelecekte makineler iş gücünün yerine geçerse, insan emeği artık gerekli olmayacağından, sistemi yöneten seçkinler, gereksiz yük olarak gördükleri kitleleri yok etme kararı bile alabilirler. Tüketim toplumunun uysal köleleri olarak sessizce bindiğimiz dalı kesmeye devam ediyoruz. Açgözlü bir şekilde tüketme ve daha fazla mala sahip olma tutkumuz, bizi giderek daha da umutsuz köleler olarak sisteme eklemliyor. Vahşi sistemin bir gün kendini de yok edecek kompleks dişlileri arasında sıkıştıkça sıkışıyoruz. Acımasız sistem makineleştikçe bir yandan daha çok işsiz üretirken, dğer yandan iş bulanlardan daha çok şey talep ediyor. Prestij ve güç peşinde koşan bireylerin iş bulabilmek için daha fazla (sistemin ihtiyaç duyduğu dallarda) eğitimli ve yetenekli olmasının yanında, daha güvenilir, daha sağlıklı ve itaatkar olması da gerekiyor.

Eski zaman köleleri gıda ve barınak karşılığı çalıştırılırken, bugün emeği ile çalışanların ücretleri bunları bile karşılamaya yetmediğinden kredi kartı türü borçlandırma mekanizmaları ile gelecekteki emeklerini bugünden harcamak zorunda bırakılıyor ve tefeci bankaların elinde (yüksek faizlerle) tutsak oluyorlar. Özetle tüm bu gelişmişlik ve modern zamanlar insanların hayatını kolaylaştıracağı yerde gittikçe güçleştiriyor. Şehir hayatının boğuntusunda, nefes alınabilecek en yakın yeşil alan bile ücretli piknik alanı.

İyi bir konut, sağlık, beslenme, eğitim, ulaşım, giyim, spor gibi imkanlar herkes için değil, sadece şanslı olanlar için.. Örnek olarak, 17 Mayıs 2009 tarihli bir gazete ilanı oldukça düşündürücüdür: SinpaşGYO'nun Kartal /Samandıra'da hayata geçirdiği Lagün (denizkulağı) Projesi'nde evler 501.900TL ile 2.315.250TL arasında satışa sunuluyor. İşsizliğin bomba olup patladığı bir dönemde bu ilan neyi gösteriyor? Asgari ücretli biriyseniz bu evlerden bir tane alabilmek için en az 75 en çok 350 yıl gelirinizi kuruşuna dokunmadan biriktirerek çalışmanız gerek. Ömrünüz yeterse alırsınız tabi!. Garibanlar "öteki" dünyada "altlarından ırmaklar akan cenneti" ve hurileri düşünedursun, şanslı olanlarımız için cennet, bu dünyada projesi çizilip satışa sunulmuş bir gerçektir. Bu dünyadaki haksızlıkların ve sömürünün bir irade sınavı olduğu yalanıyla kandırılıp tepkisizileştirilen halkın cehaleti ve bu ahlaksız sisteme tümgücüyle destek vermesi ne kadar düşündürücü..

Eskiden ölüler öteki dünyada ihtiyacı olur diye mezara yanlarında değerli eşyalarıyla gömülürmüş. Bugün de değişen pek birşey yok..

14 Mayıs 2009 Perşembe

DEVLET TERÖRÜ

14 Mayıs 2009'da Başakşehir'de bir yıkım operasyonu yapıldı. Olay daha öncekiler gibi kısa zamanda bir çatışmaya dönüşecek, polis telsizle merkezden halka fırlatmak için iki minibüs dolusu daha takviye gaz bombası isteyecekti. Sokakta yıkıma direnen mahalle halkına, ilkokula, hatta içinde bebekler olan eve atılan gaz bombasının anlamı nedir? "Bizim de mi evimizi yıkacaklar?" diye galeyana gelen halkı yatıştırmaya çalışan, arada kalan bir adama kameraların önünde tazyikli su sıkıp, tokat ve tekme atmak nedir? Vatandaşın can güvenliği böyle mi sağlanır?

Evet halkın başında dert çok.. Açlık, işsizlik, eğitimsizlik.. Hamdolsun kriz teğet geçti.. Son bir yılda 1 milyon 125 bin kişi işini kaybetti!. Son veriler işsizlik oranının %16'yı geçtiğini ve tüm zamanların en yüksek seviyesine çıktığını gösteriyor. Bunu sadece son küresel krize bağlamak saflık olur. Zira yabancılara yapılan özelleştirmeler, uygulanan maliye politikaları zaten açlık ve işsizlik üretiyordu. Özel hastane ve okul sayısı patlarken, devlet kaynakları bunları yapmaya değil kömür ve erzak dağıtmaya harcanıyordu.
Borçların yüksek faizlerinin ödenebilmesi için konulan yüksek vergiler altında ezilen, kart ve kredi mağduru olan halka, her fırsatta gaz bombası kullanılmasının, onu tamamen sindirmek ve ezerek susturmaktan başka ne amacı olabilir? Bu düpedüz açık bir Faşizm'dir. Halka "işine geldiği kadar" hürriyet verir faşizm..

Dünya tarihi çok sayıda büyük organize terör gördü. Dünya savaşları bunlardan ilk akla gelenler. Ülkeleri sömürmek için yapılan işgal ve darbeleri de hemen hatırlayalım. Irak'ta "size özgürlük getirdik" yalanıyla 1 milyon 500 bin kişiyi öldürmek terör değilse nedir? Böyle yalan özgürlük olmaz olsun.. Devletlerin halklarına söyledikleri Büyük Yalanların haddi hesabı yok. Gözaltında işkenceler, "hayata dönüş" adı altında yapılan imha operasyonları, ve Metris'te ölüm'ün adıdır devlet terörü.. Adalet Bakanı "bunlar yiyor efendim" derken, Ölüm oruçlarında hafızasını kaybeden ve bir daha birbirlerini hatırlayamayan "Ali Ekber Doğan ve Havva Doğan" çiftinin inanılmaz dramıdır devlet terörü. Muazzam örgütlü gücü ve devletin kendi yaptığı kanundan gelen dokunulmazlık zırhı altında yapıldı bunlar. Devletin örgütlü ve yasal gücü ile önlenemez terörü çok acılar yaşattı. Tarih boyunca savaşları silahsız köylü veya şehirliler değil, devletlerin silahlı orduları çıkardı. Halkın payına düşense hep can vermek veya sevdiklerini kaybetmenin acısıyla yaşamak oluyordu. Faşist bir adamın (Hitler) ekonomik rekabetten kaynaklanan hırs ve egosu, emrindeki muazzam örgütlü ve silahlı güçle ve kandırdığı halkın desteğiyle birleştiğinde sonuç 50 milyon ölü, ve yıkılan koca bir kıta olmuştu. Peki, İkinci dünya savaşı bir ders olsun bunca silahtan arındıralım dünyayı diyebiliyor muyuz? Hayır. Savaşa karşı çıkmak hoş karşılanmaz. Halklar seçimleriyle kendi ipini çekecek ve hazin sonunu hazırlayacaktır. Savaşlarla "düzen" değişse de "halk" değişmez!. Her toplum layık olduğu şekilde yönetilirmiş. Özgürlük, ölüm riski taşıdığında, kölelik de (onursuz da olsa) bir tercihtir. 300 milyon yıllık "bencil gen"lerimiz, her koşulda hayatta kalmamızı, kendimizi düşünmemizi ve ürememizi yazmıştır. Onların genetik programlarına itaat etmeye mecbur yaşamkalım makineleriyiz. Alınyazısı değil, kromozom diliyle yazılan Geninyazısı vardır. Bu yazı hayatımıza yön veren, yaşamkalım makinelerimizi çok uzaktan kumanda eden bir programdır. Bu mekanizma yüzünden, sadece can güvenliği uğruna otoriteye boyun eğen halklar, devletlerden çektiğini hiçbir şeyden çekmedi. Örneğin, Çin'de devlet, açlıktan ağaç kabuğu kemiren köylüye, kamu malına zarar vermekten ceza keserek otoritesini gösterecekti. Yasa ve düzen açlığın üzerindedir. Devlet için "Halk, harcanabilir ve yenilenebilir bir doğal kaynaktır."

Bunları işimize geldiği kadar görerek, sessiz ve duyarsız kalarak onaylamış olmuyor muyuz? Bir zamanlar biz de yere düşene yardım etme kültürüne sahiptik, taa ki modern tüketim toplumlarında bir çarkın dişlisi olana kadar. Şimdi kendi başımıza bir şey gelmedikçe dünya yansa umurumuzda değil. Devletler arasında bir tür garip askeri ilişki var. İstedikleri zaman savaş çıkartıp, istedikleri zaman yine masada bitirebiliyorlar. Peki ya mekanik bir robot durumuna düşürülen, cephede savaşan insanlar.. Savaşın bittiği ilan edilen saate kadar ateş et, sonra da off düğmesine basılmış gibi dur. Ne kadar kolay değil mi? Savaş insanlık dışıdır. Vatan savunması elbette ki kutsaldır. Peki bu tehdidi doğuran nedir? Herkesin bireysel iş ve aş peşinde koştuğu bir dünyada, bu silahsız bireyler birleşip topyekün bir başka ülkeye saldırıya geçemezler ki.. Bunu kavramak çok zor mu?

Bir ülke komple yıkılıp halkı katlediliyor da, bunu yapan tarafın üst düzey yetkilisi (katliamdan sorumlu kişi olsa bile) geldiğinde hiç birşey olmamış gibi kendi ilişkilerimize ve işimize bakabiliyoruz. Bu korkunç birşey. Vahşi kapitalizmde kar ve tüketim eksenli, kollektif yaşamdan yoksun, bencil yaşantımızla zehirlediğimiz aklımızı tedavi edecek, manevi ihtiyacımızı giderecek "kutsallığı tartışılmaz", bireysel kurtuluş formülleri ve cennete çıkan yol haritaları dağıtan ilaç gibi din'lerimiz bile var.

Ruhumuzun derinliklerinde "onlar gibi olmadığımız için kendimizi şanslı saydığımız", o insanlara "acıdığımız" için duyduğumuz suçlululuk duygusundan kurtulmak amacıyla ..zedelere yardım kampanyaları yapıyoruz. Çevreyi kirletiyoruz diye sıkıntıya düşen ruhlarımızı kurtaracak "çakma çevreci" Greenpeace örgütü bile kurduk. Bu tatminden sonra artık iç huzuruyla katliamlara devam edebiliriz. Nelere seyirci kalıyoruz da başımız bile ağrımıyor!. İnsanlığın ar damarı çatlamış! hayat yalan olmuş!.

Yolda veya parkta tartıştığı silahsız insanları yasal mermisiyle çekip vurmak nedir? 1 Mayıs'ı kutlamaya Taksim'e gelen işçi sınıfına atılan gaz bombası ve vurulan cop nedir? Devletin kolluk gücü, halk'a karşı devlet örgütünü korur. O, devletin değil halkın koruyucu gücü olduğu gün, şüphesiz ki vatandaşa bakışı çok farklı olacaktır. Sorulduğunda kimlik gösterecek, yardımsever ve kibar davranacak, keyfe keder zor kullanmaktan kaçınacaktır. Çünkü onlar, vatandaşın ödediği vergilerle geçindirilmektedir. Akşam evine gittiğinde yediği ekmek, gündüz copladığı işçinin maaşından alınan vergiyle ödenmektedir. Bayram günü yürüyen işçiye afiyetle yakıcı gaz soluturken düşünmez ki, o adamın bunun üzerinde hakkı vardır. İşçi maaşından kesilen vergiyi ona helal etmediği zaman ailesine ve çocuklarına da haram yedirmiş olacaktır. Acaba bir an olsun bunu düşünemez mi? Kendi insanına tazyikli ve boyalı su sıkan, bomba atan polisler nasıl vicdanında rahat olabiliyor?

1 Mayıs 2008'de Şişli'de Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) binası önünde yaşanan şiddetin anlamı ve amacı neydi? Yere düşene tüm gücüyle bir tekme daha atmak nedir? Gencecik, vatan aşkıyla yanan fidanların; Deniz'lerin idamı neydi? 12 Eylül CIA darbe cuntasının, anti amerikancı, ilerici aydınları imha operasyonu neydi? Emeryalizme karşı ülkesinin çıkarlarını savunan, işbirlikçilere "hayır bu yanlıştır, gaflettir, ihanettir" diyenlerin, "terörist bu" denilerek içeri atılıp susturulması nedir?
Çocuk yaşta, mahkeme kararıyla yaşı büyütülerek asılan Erdal Eren'in idamı neydi? Bunlar terör değil miydi? Bunlar neden yapıldı? "12 Eylül CIA darbesi, halka susmasını, otoriteye itaat etmesini, sömürünün ilahi adalet olduğunu kabul etmesini öğretmiştir." Devlet terörü, halkı köleleştirmek için yapılır. Sayısız örneği için dünya tarihini okumak gerekli ve yeterlidir.
Hemen tüm devletlerde zorunlu olan "askerlik" ile icabında "yüzüne bakarak insan öldürmek" için gençler silah altına alınmaktadır. Savaşta veya barışta bu durum değişmez. Amerika mevcut asker sayısının yetmediği olağanüstü dönemlerde savaşmaya, ölmeye ve öldürmeye götürmek istediği gençleri, basın ilanlarıyla "Seni ordu için istiyorum!!" diye parmakla göstererek çağırıyordu." Küreselleşen dünyada bugün silaha ve savaşa ayrılan mali kaynaklar halka harcansa; aç, açıkta, ilaçsız, evsiz kimse kalmaz. Dünya mevcut nüfusu besleyebiliyor. İyi bir planlamayla savaşsız bir dünya mümkün. Fakat açgözlü, hırslı ve bencil devletler savaşla zenginleşen bir zümrenin sözünden çıkıp da (birkaç istisna devlet hariç) halkın yanında tavır alamıyor. Ey US Army!, Vietnam'da, Irak'da ne işin vardı? Milyonlarca masum insanı neden öldürdün? diyemiyor. İşte ortada görmezden gelinen, dokunulamayan koca bir yalan daha.. Dünyanın en organize terörü Pentagon ve CIA eliyle yıllardır uygulanmaktayken kimse gıkını çıkartamıyor. Çıkartanlara da "haydut devletler" oldukları gerekçesiyle savaş uçaklarından atılan füzelerle özgürlük götürülüyor. Irak'ta ABD işgal ordusunun tutsaklara b.kun içinde yaptığı ve görüntüleri basına sızan işkence ve tecavüzlerden daha büyük terör olabilir mi? Bunca teröre rağmen, biz sadece marjinal grupların halka yönelik "korkunç tehdit ve terör"üyle ilgilendiriliyoruz. Bizi bundan kurtarmak için bu tehlikeyle tüm gücüyle, fedakarca çalışan devlet'e şükrediyoruz.. Emrine verdiğimiz evlatlarımızla ona kurbanlık şehitler armağan ediyoruz. Oysa iş, ekmek, özgürlük için sadece yürüdüğümüzde bile gaz yiyoruz. Ne güzel değil mi? İşte size adalet.

Özetle Modern toplumda terör üretmek devletlerin tekelindedir. Başka hangi güç başı ağrımadan, sorumsuzca, atom bombası atarak yüz binleri öldürebilirdi ki? İnsanları kobay olarak kullanıp yeni silah teknolojileriyle kurban ediyorlar. Yeri geliyor, bir merminin, bir bombanın silah tekellerine getirdiği kar; kullanıldığı yerde canını aldığı insandan daha değerli oluyor.. Nasıl olsa insanın kıtlığı yok. Halklar orman gibi, aradan birkaç tane deviriyorsun, sonra yeniden büyüyor. Zamanla orası kapanıyor. Zaten zaman hep ileriye akıyor. Halkların hafızasını medya ve futbolla silmek öyle kolay ki. Bakın, İspanya'ya, faşist Franco: "Bu ülkeyi 40 yıl futbolla yönettim" demiştir. Takım tutmak da bir yalandır!

Teknik adam ve oyuncular (takım tutmayıp) her sene başka takımlara giderken, malı götürüken biz neden takım tutalım ki? Bazı şeyler kumar gibidir; kazanmak için hiç oynamamak gereklidir. Sevgili hocamız Gündüz Vassaf'ın dediği gibi: "Birbirlerine karşı oynadıklarını sandıklarımız aslında birleşmiş bize karşı oynuyorlar.." Büyük Yalanlar bu kadar net göz önündeyken, neden göremiyoruz?? Görmek için bakmak yetmiyor. Bilimciler nedenleri sorgulamadan ve doğayı gözlemlemeden ne öğrenebilir, neyi görebilirdi ki?


Halk bu zulümden kendini "terörist damgası yiyerek en ağır şekilde cezalandırılmadan, işkence tezgahlarından geçmeden" nasıl koruyacaktır? Tüm bunlara rağmen bizi inandırdıkları "özgürlük" de bir yalandır. Önümüze, bir bağ tutacak takım, bir avuç dinleyecek popçu ve bir düzine dedikodu programı yayınlayan TV atıyorlar.. Oysa halk olarak, ancak akvaryumun içinde yaşayan balıklar kadar özgürüz. Deniz'ler çoktan asıldı. Yoklar. Aydınlar bombayla havaya uçuruldu ve bin parçaya bölündü veya beyinleri kafataslarında açılan delikten akıtıldı.

Vuramadığımız aydınları da ölüm tehditleriyle çok sevdikleri ülkelerinden uzaklaştırdık. Vatan haini dedik onlara. Hiç utanmadan o insanları tanımayanlara yalan söyledik. Oysa memleket hasretini, ülkesine olana aşk ve özlemini ondan daha güzel, daha güçlü, daha anlamlı kimse dile getiremeyecekti: "Memleket mi? Yıldızlar mı? Gençliğim mi daha uzak?" Haydi! Hain dedikleri Nazım'dan daha çok memleketini seven varsa çıksın ortaya da bundan güçlü ifade etsin. Hadi göstersin bakalım memleket sevgisini. Mümkün mü ki?? Nazım'a vatan haini demek, yalanın en büyüğüdür.

1980 yılında bir gösteriye katıldığı gerekçesiyle gözaltına alınıp, işkenceyle katledilen Faruk Tuna'nın resmi ölüm gerekçesi "içtiği sütten zehirlenme" idi. Katillerin cezalandırılması için, 20 yıldan daha fazla hukuk mücadelesi veren babası, yapılan (araçla ezme gibi) akılalmaz ölüm tehditleri karşısında;, "Ben, oğlum öldüğü gün öldüm. Beni bir kere daha öldüremezsiniz" diyerek onurlu hukuk mücadelesinden vazgeçmeyecek, fakat dava, kesin bir sonuca ulaşamadan zamanaşımından düşürülecekti.

12 Eylül CIA güdümlü terörizminde, kendisi de idamla yargılanan şair Nevzat Çelik'in, (masum olduğu için firar etmeyi reddeden ve 22 yaşında asıldıktan yıllar sonra suçsuzluğu anlaşılacak) Necdet Adalı'ya hitaben yazdığı son derece içten ve anlamlı duyguları Şafak Türküsü'nde ölümsüzleşecekti:

"...
ne garip duygu şu ölmek
öptüğüm kızlar geliyor aklıma
bir açıklaması vardır elbet giderken darağacına
geride masa üstünde boynu bükük kaldı kağıt kalem
bağışla beni güzel annem
oğul tadında bir mektup yazamadım diye kızma bana
elleri değsin istemedim!
gözleri değsin istemedim!
ağlayıp koklayacaktın,
belki bir ömür taşıyacaktın koynunda
yaşamak ağrısı asıldı boynuma
oysa türkü tadında yaşamak isterdim

ölmek ne garip şey anne
baba olamayacağım örneğin
toprak olmak ne garip şey anne
beni burada arama anne
kapıda adımı sorma
saçlarına yıldız düşmüş koparma anne, ağlama
bekle beni anne
bir sabah çıkagelirim
bir sabah anne bir sabah
acını süpürmek için açtığında kapını

..."

Bu muhteşem dizeler, yıllar sonra Ahmet Kaya'nın bestesi ile
yüreklere düşen kızıl bir ateş olacaktı..